31 Aralık 2007

Sansür, bilgi ve ekonomi

Ne kadar demokrasi, o kadar ekmek!

60. Hükümet 10 bin dolarlık kişi başı gelir hedefine aritmetikle "sıçrarken", büyüme, verimlilik ve istihdam konularında bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu referanslarından da tümüyle vazgeçmiş değil. Ama bu ulusal hedefler de AB entegrasyonuyla aynı kaderi paylaşacak gibi görünüyor.

Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna uygun hukuksal altyapının oluşturulması hükümetin asli görevi. Bu altyapı ise bilginin toplum içersinde üretimi ve yayılımı sürecini hızlandıracak, bilginin vatandaşlar arasında özgürce paylaşımını sağlayacak "olumlu" düzenlemelerden oluşmak zorunda. Hukuksal düzenlemelerin, nitelikli bilginin üretimi, bu nitelikli bilginin üretim sürecinde yer alan sujelerin hakları korunarak enformasyona dönüştürülmesi ve gerek toplumun tüm kesimlerine gerekse küresel ağa yayılması, enformasyon niteliğindeki bilginin ekonomik ve toplumsal ilişkilerde bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu paradigmalarına uygun olarak kullanılması, tüm bu süreçlerde bilgi ve iletişim teknolojilerinin (BİT) etkin biçimde yer alması olarak özetleyebileceğimiz bilgi toplumu mekanizmaları temel alınarak, uyumlu bir bütün halinde geliştirilmesi gerekiyor.

Peki, hükümet ne yapıyor? Kişisel verilerin korunması, inovasyon teşvikleri, risk sermayesinin kurumsal yapısı, kamu ihale mevzuatının BİT uyumlu hale getirilmesi, yazılım sektörünün teşviki, internetin yaygınlaştırılması, eğitim reformu gibi konularda bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun önünü açacak düzenlemeler mi geliştiriyor? Hayır, hükümet BİT'i tersinden okuyor: 5651 sayılı yasayla TİB adında yeni bir "muzır kurulu" yaratmayı tercih ediyor. Erişkinliğe layık görmediği halkın bilgiye erişimini denetlemekle uğraşıyor. Türk yazılım sektöründen en büyük beklentisi ise daha sıkı filtreleme programları. E-devlete bayılıyor ama kişisel verilerin korunmadığı bir ortamda kim güven duyup da bu hizmetleri kullanacak, düşünmüyor.

Ancak özgürce dolaşan ve adilce paylaşılan bilgi değer yaratır. Yani, ne kadar demokrasi, o kadar ekmek! Alın size aritmetik!

BThaber, S: 650, 24-30 Aralık 2007

10 Aralık 2007

Nerde bu e-devlet? Nerde bu e-devlet?

Önce OECD, sonra AB/Capgemini araştırması derken, Türkiye'de e-devlet faaliyetleri ölçülmeye ve biçilmeye başlandı. Bu en "hızlı" olduğumuz alanda yeterince başarılı mıyız?

"Bilgi Toplumu Dairesi" internet sitesine bakıyorum ve "toplum" sözcüğünü aratıyorum: sadece "bilgi toplumu stratejisi"nde ve kurumun kendi adında geçiyor. "E-devlet" sözcüğü ise her yerde... Sahi, bu kurumun adını niçin "e-devlet genel müdürlüğü" yapmıyorlar ki? Stratejiye de "e-devlet stratejisi" der ve "başarının" tadını çıkarırdık! Peki, her konuda yaptığımız gibi devleti toplumun önüne koyup bilgi toplumunu da e-devlete indirgediğimizde, yeterince başarılı mıyız bakalım?

OECD Türkiye'de e-devlet çalışmalarıyla ilgili bir rapor yayınladı. Rapor "ülke talebi" üzerine yapıldığına göre, bu bir başarı aslında. Demek ki kendimize güveniyoruz. Rapor da "hacimde ve değerde yüksek işlemlerin çevrimiçi kılınmasıyla önemli başarılara imza atıldığını" ilan ediyor zaten. Ama sonra tatsız konular ortaya çıkıyor. Önce "belden aşağı", yani "yatırımın geri dönüşü" meselesinden vuruluyor: yatırımlarda gerçek iş modellerinin temel alınmamasından yatırımın geri dönüşü ile ilgili bilgi yokluğuna, maliyet/fayda analizlerinin uluslararası standartlarda gerçekleştirilememesinden proje ve değişim yönetimi becerilerinin eksikliğine, kullanıcı faydasının ölçülememesinden yerel yönetimlere yol gösterilememesine, mükerrerlik riski ve karşılıklı işlerlik sorunlarından tüm yönetimi kapsayacak kurumsal mimari planlamasının ortada olmayışına kadar bir dizi "teknik" sorun…

Bu yıl kamu BİT harcamaları yaklaşık 800 milyon YTL. Bunun yarısına yakınını Milli Eğitim Bakanlığı harcamış. Her ne kadar savunma harcamaları dâhil edilmese de, buna sevinmeliyiz elbette. Ama geri dönüşü ölçebilseydik, kalıcı adımlar attığımızı bilerek yolumuza daha da güvenle devam etmez miydik? Bu, "teknik" değil, yönetsel bir soru. Tıpkı "e-devlet kapısı"nın bir türlü gerçekleştirilememesi gibi… Zaten raporun asıl belalı bölümü de yönetsellikle ilgili. Rapor e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu'nun bırakın bilgi toplumunu e-devlet projesini yönetmek için bile sınırlı kaldığını, kurulun yalnızca geniş ölçekli projelerle ilgilenip ve geri kalanı için daha yaygın bir yapının düşünülmesi gerektiğini ileri sürüyor. Ayrıca, elektronik işlemler ve kişisel veri güvenliği başta olmak üzere kapsamlı bir düzenleme çerçevesi olmadan bir adım bile atılamayacağını iddia ediyor. "Burası Türkiye, burada hepimizin bilgisi ulusal" demekle olmuyor! Birilerinin güvenip de e-devlet hizmetlerini kullanması lazım!

Raporda bu kadar tatsızlık yetmezmiş gibi, bir de "toplum" meselesi var tabii. Genişbantın geliştirilmesi ve internetin yaygınlaştırılması, telekom vergilerinin düşürülmesi, internet kafelerin birer özendirici odak haline getirilmesi vb. İşimiz zor! 5651 sayılı sansür yasası ve buna dayanarak çıkarılan internet evleri yönetmeliğinin derdi sayısal uçurum değil herhalde. Bu arada, e-devlet skorlarımızın "Avrupa'ya yakın" olmasıyla övündüğümüz AB/Capgemini 2007 e-devlet araştırmasının vardığı sonuçlar da OECD'ninkilerden pek farklı değil! Övünüyoruz da, yeterince çalışmıyoruz galiba…

BThaber, s:648, 3 - 9 Aralık 2007

26 Kasım 2007

Toplum devlete, bilgi toplumu da e-devlete kurban olsun!

Güncelleme indiremiyoruz, işletim sistemi kökü dışarıda diye kabul etmiyor. Küresel ağlarla bağlantımız kesiliyor, yazılımlar anlaşamıyor, güvenlik duvarı izin vermiyor… Cumhuriyetin 1. sürümünde takılıp kalmışız!

Bilgi ve iletişim teknolojileri ile ilgili politikaların "geleneksel gündem" oluşturduğu aylardayız. Zirveler, kongreler, konferanslar birbirini izliyor. Mesela, "İnternet Konferansı"nın on ikincisi yapıldı. Gündem gelenekselleşti, ama konuşulanlara ve taleplere bakılırsa çözümsüzlük de gelenekselleşti. Hala "bilgi toplumuna nasıl yöneleceğiz" diye soruyoruz! Hala "bu işin bir bakanlığı mı olsa" diye tartışıyoruz! Bu soruların, tartışmaların muhatapları her zaman olduğu gibi günü kurtarmaya çalışıyor. Aralarındaki iktidar mücadelesinden fırsat bulduklarında aldıkları e-devlet ödülleriyle övünmekten de çekinmiyorlar. Toplumu devlete kurban etme ezberlerini bilgi toplumunu e-devlete indirgeyerek gösteriyorlar. Faaliyette bulundukları bu tek alanda bile OECD, AB karnelerinde düşük notlar alıyorlar, ama kimin umurunda?

Bu arada bizler de her sonbahar aynı konuları tartışıp sesimizi duyurmak için cebelleşiyoruz. Ama kime konuştuğumuz da pek belli değil. Hükümete mi, bürokrasiye mi konuşacağız? Nerde bu iktidar! Nerde bu iktidar! Belki de hep beraber toplanıp, bütün çatışmalı iktidar odaklarının bir arada olduğu bir platforma, yani Milli Güvenlik Kurulu'na başvurmalıyız! İşe yarar mı dersiniz? Dinlerler mi? Emir demiri keser mi?

Cumhuriyetin 1. sürümünde takılıp kalmışız. Yamalar açıkları artırıyor, güncelleme indiremiyoruz, işletim sistemi kökü dışarıda diye kabul etmiyor. Küresel ağlarla bağlantımız sık sık kesiliyor, ya yazılımlar anlaşamıyor ya da güvenlik duvarı izin vermiyor…

Bu absürd sayıklamalar bir yana, bunca yıldır bir arpa boyu yol gidememişsek, bu meseleyi doğal olarak dert edinmiş olan taraflarda, sektörde, bilişim sivil toplum kuruluşlarında, meslek örgütlerinde, akademilerde hiç mi kabahat yok? Bir sektörün "stratejik" olabilmesi için öyle davranması gerekir! Haydi, "iş dünyası" işini şu ya da bu şekilde görmeye odaklanmış, stratejiyle "işverenlerini" ürkütmek istemiyor, diyelim; peki STK'lar, akademi ne yapıyor? Zirve, konferans düzenliyor, rapor yazıyor, demeç veriyor…

Ama olmuyor işte! Eylem gerekiyor. Birlik gerekiyor, katılım gerekiyor, yüksek ses gerekiyor, "muhatap" olmak gerekiyor! Madem bu sektörün stratejik olduğuna inanıyoruz, o zaman sektör dışındaki güçlerle konuşup anlaşmak gerekiyor… Başka türlü kim dinler ki sizi? "Hacminiz kadar konuşun" derler, diyorlar da. Hacmimizin ne kadar olduğu da malum! Oysa hayatın her alanına sirayet etmiş durumdayız. Gücümüz buradan geliyor. Güçle konuşsak, o zaman dinlerler.

Şimdi durup, bir araya gelip kendi stratejilerimizi gözden geçirmenin zamanı. Yoksa bir on beş yılı daha böyle tüketiriz…

BThaber, s:646, 19 - 25 Kasım 2007

15 Kasım 2007

Cumhuriyet, demokrasi ve ekonomi

Ekonomimizi bilgiyle, demokratik iradeyle, katılımcı uzlaşıyla yeniden biçimlendirip düze çıkmak ve refahı paylaşmak dururken, artık usandığımız bu müsamereyi tekrar seyretmenin ne gereği var?


Cumhuriyet'in 84. yılını "kutladık". 84 yıl az zaman değil. Ama hakkımızda hiçbir şey bilmeyen ve dışarıdan bize, gündemimize, başımıza gelenlere bakan biri, cumhuriyeti daha yeni kurduk sanır! Bunca yıl geçmiş, biz hala rejimi korumaya ve kollamaya çalışıyoruz. Demokrasiyi cumhuriyetin en büyük tehdidi olarak algılıyoruz. Halka güvenmiyoruz, demokrasi için "olgunlaştığını" düşünmüyoruz. Otoriter baba hala başrolde…

Son seçimler ve referandum halkın talebinin demokrasi olduğunu net bir biçimde gösterdi. Ne oldu? Savaş tamtamları çalmaya, korku üretimi hızlanmaya, "milli hassasiyetler" kızıştırılmaya, ırkçı "refleksler" özenle kurgulanmaya başladı. Her yerde "hainler" görür olduk. Yine kendimizden başka "dostumuz" kalmadı. İçimize kapanmaya itiliyoruz. Gözlerin "sınır ötesi"ne çevrildiğine bakmayın. Asıl hesap içeriye yönelik. Biz bize kalalım ki, yetmiş yıllık "iktidar tiyatrosu" bir kez daha payandalarla, derme çatma dekorlarla, klişe senaryolarla sahnelenebilsin! Mümkün mü? Sınırlar bu kadar geçirgen, dünya bu kadar küçükken, mümkün mü? Değil elbette, ama bu oyunu sahneleyenlerin aklı iktidar hayaline zincirlenmiş olduğu için gözleri bir şey görmüyor…

Peki, ne olacak? Bilmiyorum. Bana bir kez daha akıl tutulacak, hayatlar sönecek, umutlar kırılacak, değerler kaybolacak, enerji kaçacak ve çok değerli zaman heba edilecek gibi geliyor. Buna katlanacak gücümüz kaldı mı?

Demokrasi olmadan cumhuriyetin ne anlam taşıdığını yüksek sesle sormanın zamanı değil mi? Cumhuriyetin öncelikle fırsat eşitliği olduğunu, özde eşitlik için devletin bir hukuk devleti olarak tanımlanması gerektiğini, bunun da demokrasiyi zorunlu kıldığını ilan etmenin zamanı gelmedi mi?

Coğrafyamız "cumhuriyetlerle" çevrili. Devlet başkanlarının soyadları hep aynı olan, ordu, istihbarat, bürokrasi üçgeniyle yönetilen, milli geliri yerlerde sürünen bu "otoriter cumhuriyet"lerden biri olmaktan bizi alıkoyan ne? Bu soruya birçok cevap verilebilir. Ama bu cevapların tümünde "ekonomi" sözcüğü bir biçimde geçer. Türkiye "büyük" bir ekonomi. Dolayısıyla küresel hesapların içine dâhil edilmek zorunda. Ama bu, "güçlü" bir ekonomi olduğumuz anlamına gelmiyor maalesef. Pazar olarak, iletken olarak, etken olarak önemli bir ekonomiyiz. O "otoriter cumhuriyetler" gibi bir "kaynak ekonomisi" de değiliz. Dolayısıyla kaynaklarımızı kontrol etmekle yetinemezler. Ama ekonomimizi kendimizin kontrol etmesine de pek izin vermek istemezler. İçinde debelendiğimiz oyunun adı bu işte!

Cumhuriyete "ihanet" edenlerin aslında kimler olduğu açıkça ortada değil mi? Oysa tam da bir fırsat yakalamıştık! Halkın iradesinin demokrasiye yöneldiği, fırsat eşitliği ve adil paylaşım temelinde refah talebini yüksek sesle dile getirdiği bir fırsat… Ekonomimizi bilgiyle, demokratik iradeyle, katılımcı uzlaşıyla yeniden biçimlendirip düze çıkmak ve refahı paylaşmak dururken, artık usandığımız bu müsamereyi tekrar seyretmenin ne gereği var?

BThaber, s:644, 5 -11 Kasım 2007

28 Ekim 2007

Hukuk, niyet ve sansür

Anayasaya ne gerek var ki? Bize "örf ve âdetler" yeter de artar bile!

5651 sayılı "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun" yürürlüğe gireli altı ay olmak üzere. Kanunda öngörülen denetim mekanizması da Telekomünikasyon Kurumu bünyesinde "Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı" (TİB) adı altında kuruldu. Başkanlığın suya sabuna dokunmayan adı arkasında saklı olan izleme, denetleme ve erişim engelleme (sansür diye okuyabilirsiniz) faaliyetleri yasal süre olan 23 Kasım 2007 tarihinde başlayacak.

İnternet ortamında Atatürk aleyhine işlenen suçlar, intihara yönlendirme, çocukların cinsel istismarı, uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma, sağlık için tehlikeli madde temini, müstehcenlik, fuhuş, kumar oynanması için yer ve imkân sağlamayı içeren 8 suçla ilgili erişimin engellenmesine yönelik mahkeme kararlarının yerine getirilmesi bu tarihten itibaren TİB sorumluluğunda olacak.

Buraya kadar bir tür hukuki ve teknik koordinasyon görevi gibi görünen faaliyetler, iki suç (çocukların cinsel istismarı ve müstehcenlik) için Kurumun mahkeme kararına gerek duymadan erişimi engelleme yetkisiyle farklılaşıyor. Bunun da ötesinde, kanunda tanımlanan suçların tamamıyla ilgili olarak, sunucuları yurt dışında bulunan tüm içeriğin mahkeme kararı olmaksızın engellenmesi de TİB yetkisinde olacak! İsteyen herkes Kuruma ihbarda bulunabilecek. Yani vatandaş dava açma ve mağduriyetini kanıtlama zahmetine girmeden bir ihbarla yetinebilecek. Dahası var: TİB çocuk pornosu ve müstehcenlik ile ilgili olarak filtre programlarıyla otomatik engelleme yapacak! Bu çorbaya Türk Telekom'un fiili tekelini de eklerseniz durumun ciddiyeti ortaya çıkar… Gerçekten de etkili bir "denetim" mekanizması…

İfade ve iletişim özgürlüğünü ortadan kaldıracak bu düzenlemeyle sansürcü ülkeler ligine adım attık. Gerçi TİB daha siftah yapmadan, önce youtube sonra da worldpress.com skandalıyla bu ligin şampiyonluğuna oynadığımızı cümle âleme duyurmuştuk bile!

Kurum başkanı Fethi Şimşek, sansür eleştirilerine duyarsız kalmadığını göstermek istercesine, "kanunun verdiği bu yetkisini çok sık kullanmayı düşünmediğini, şayet kullanırsa, kullandıktan sonra bunu hâkim onayına sunmayı düşündüğünü" söylemiş. Çok rahatladık! İfade ve iletişim özgürlüğünün sınırlanması ancak çok aşamalı ve denetime açık özel hukuki süreçlerle mümkün. Biz bu anayasal hakları insanların iyi ya da kötü niyetinin ve takdir yeteneğinin insafına bırakmış bulunuyoruz!

Birileri bazı içeriklerden müstehcen diye "rahatsız" olacak, ihbar edecek, birileri de bu içeriğin rahatsız edici olup olmadığına karar vererek hepimizin erişimini engelleyecek. Belki vatandaş rahatsız olur diye bu içeriklerin bir kısmı da otomatik olarak engellenecek. Bunun adı da "hukuk" olacak!

Bu kadar zamandır anayasa tartışmalarıyla yatıp kalkıyoruz. Ne gerek var ki? Bize "örf ve âdetler" yeter de artar bile!

BThaber, s:642, 15 - 21 Ekim 2007

09 Ekim 2007

Bilişim Zirvesi'07: "Stratejiden vazgeçtik, işimize bakalım!"

Keyfinizi kaçırmak istemem, ama sonra ne yazık ki burada, bu coğrafyada uyanacağınızı da unutmayın.

Bu yıl "Bilişim Zirvesi" ve "Forum@Bilişim", "işini büyüt, dünyayı küçült" temasıyla özellikle iş çözümlerine odaklanmış durumda. Zirvenin yıldızları gurularla CEO'lar, Başbakan, bakanlar ve bürokratlar değil. Bilgi toplumu stratejisinin bir yılının değerlendirileceği bir forum öngörülmüş gerçi, ama katılımcıları bilişim STK'larının başkanlarıyla sınırlı. Gerek şirketlerde gerekse ilgili STK'larda, "politikadan, stratejiden umudu kestik, bari işimize bakalım" tarzı bir yaklaşım hâkim. Nitekim, 14-16 Kasım arasında gerçekleştirilecek ve bünyesinde 24. Ulusal Bilişim Kurultayı'nı da barındıran "Bilişim'07" etkinlikleri de aynı şekilde iş odaklı bir çerçeve çiziyor. Geçen yıl sektörün göreli bir büyüme yaşamasının da verdiği gazla, bu etkinliklerde kendimizi fena halde "küresel", rekabet avantajıyla dopdolu hissedeceğiz!

Keyfinizi kaçırmak istemem, ama sonra ne yazık ki burada, bu coğrafyada uyanacağınızı da unutmayın. Türkiye'de bilişim sektörünün hala ithalata bağımlı ve tüketim odaklı olacağını, en büyük müşterisinin kamu olduğunu, inovasyon yeteneğini geliştirmeden ihracat atılımı yapamayacağını, vergi yükü başta olmak üzere iş yapma maliyetinin rekabet avantajını sıfırlayacak ölçüde yüksek olduğunu unutmayın. Ne yazık ki bu sorunları çözümlemenin yolu sadece ulusal politika ve stratejilerden geçiyor. Tamam, çok sıkıldınız, hayal kırıklığına uğradınız, ben de… Ama ne yapalım ki başka yol yok!

Hâlbuki Başbakan'ın bir televizyon programında ağzından kaçırdığı "bilim ve teknoloji bakanlığı kurulacak" sözü hepinizi ne kadar da heyecanlandırmıştı değil mi? "Nihayet, demiştiniz, bütün bu işler tek elden icracı bir bakanlıkla yürütülecek, bilgi ve iletişim teknolojileri hak ettiği değere kavuşacak". Sonra bakanlar kurulu açıklandı ve bir de baktık ki, güçlükle tamamlamaya uğraştığımız yapboz dağılmış, hatta bazı parçaları da kaybolmuş. "Bilgi ve teknoloji faaliyetlerinin koordinasyonu" bir bakana, koordinasyondan sorumlu DPT başka bir bakana, teknopark vs. bir başkasına bağlanmış. E-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu'nun kaderi belli değil. Muhtemelen yeni bir bakanlık kurulması fikri Maliye Bakanlığı'ndan dönmüştür, ama zaten sorunlarımızın yeni bir bakanlıkla çözüleceğini ummak da fazla iyimserlik olurdu.

Peki, ne yapacağız? Dönüp işimize mi bakacağız? O zaman işimiz de dönüp bize bakar, karşılıklı bakışırız. Bilgi toplumu olmaktan vazgeçtik, bari bilgi pazarı olalım mı diyeceğiz? Maalesef öyleyiz zaten. Bizi gurular kurtaracak da değil, küreselleşme dinamiklerini iyi bilmek o dinamiklere hâkim olma yeteneği kazandırmıyor. Bunun için gerçek bir güç gerekiyor.

Sıkılsak da, usansak da bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi dönüşümüne yönelik ulusal politika ve stratejiler geliştirmek ve uygulamak durumundayız. Her türlü demokratik yolu kullanarak taleplerimizi hükümete ve kamu otoritelerine dayatmak zorundayız. Bunu sadece sektör içinde değil, ekonominin tüm öncü güçleriyle, akademilerle ve sivil inisiyatiflerle güçbirliği oluşturarak yapmak zorundayız. Keyfinizi kaçırdım, kusura bakmayın…

BThaber, S:640, 1 - 7 Ekim 2007

25 Eylül 2007

60. Hükümet, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu

Siyasi iradenin ulusal düzeye taşınması için "diyalog ve işbirliği niyeti" yetmiyor. Taraflarla "karar ortaklığı" gerekiyor…

58. Hükümetten bu yana "E-Dönüşüm Türkiye" adını alan bilgi ekonomisine ve bilgi toplumuna dönüşüm hedeflerinin kaderini "hissetmek" için hepimiz 60. Hükümetin programını bekliyorduk. Program açıklandı, ama galiba hala bekliyoruz…

Ekonomistlerle ağız birliği yapacağım: "Ampulün altında yeni bir şey yok"! Kriz sonrası makro-ekonomik istikrar arayışı ve AB entegrasyonu ar-gehedefleriyle şekillenen, AKP'nin kendi yapmadığı, seçim beyannamesiyle deklare etmediği bir ekonomik programı mümkün olduğunca sıkı(cı) bir biçimde uygulayarak ulaştığı göreli "başarı"ların geliştirileceğini bildirmek ne zamandan beri "program" adını taşıyor? İnsan bu kadar büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiş bir partiden çok daha ciddi bir atılım bekliyor.

60. Hükümet programında yargıdan sağlığa, kamu yönetiminden eğitime, sanayiden tarıma bilgi ve iletişim teknolojileri, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu konularıyla ilgili birçok "şık" referans bulunuyor. Ama bu referanslar, sanki bu alanlarda son beş yılda müthiş bir "sıçrama" yaşamışız da, böyle sıçraya sıçraya devam edeceğiz havasıyla yapılmış! "Bilgi toplumuna dönüşüm yolunda hızlı değişim" olarak lanse edilenler, bilgisayar ve cep telefonu kullanımının yaygınlaşması, sansür yasası da dahil olmak üzere bir iki hukuksal düzenleme. İronik!

Programda konuyla ilgili somut hedef olarak 2013 yılında Ar-Ge harcamalarının milli gelirin %2'si düzeyine yükseltilmesi dışında bir şey yok. Tabii bu da aynı yıl kişi başına 10 bin dolar gelir elde etmemiz koşuluyla mümkün olacak. Ee, ne de olsa "demokrasi sınırı" bu. 2013'te birden demokrasiye, bilgi toplumuna ve bilgi ekonomisine uyanıvereceğiz!

Programda "e-dönüşüm" terimi sadece iki kez kullanılıyor: ikisi de e-devlet ile ilgili tek bir paragrafta. Yani e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu ve "Bilgi Toplumu Stratejisi"nin kamu saplantılı mekanik dönüşüm anlayışı cephesinde yeni bir şey yok. Nitekim, "yönetişim" teriminin yalnızca firma yönetişimi ve üniversitelerde yönetişim dışında kullanılmaması manidar. Konu YÖK olunca yönetişime ihtiyaç duyuluyor, ama kamu yönetimine bulaştırmaya gelmiyor! Belki de yönetişim ancak yılda en az 10 bin dolar kazanan vatandaşların hak edebileceği bir şeydir! Yönetişim olmadan vatandaş nasıl o seviyeye ulaşacak, o ayrı konu…

Gerisi fena halde muğlâk. "Rekabet gücümüzü verimlilik ve teknolojik yenilik ekseninde artırma"yı hedefleyen bir "sanayi politikası"ndan, "bilgi ekonomisinin gerektirdiği kaliteli insan gücünün yetiştirilmesi"nden, "bilim, teknoloji ve yeniliğin desteklenmesi"nden dem vuruluyor ve bütün bunların "ilgili tüm taraflarla diyalog ve işbirliği içinde şeffaf biçimde" gerçekleştirileceği söyleniyor. Yani belli belirsiz bir "niyet" var da, "irade" var mı, belli değil. Siyasi iradenin ulusal düzeye taşınması için "diyalog ve işbirliği niyeti" yetmiyor. Taraflarla "karar ortaklığı" gerekiyor…


BThaber, S:638, 17-23 Eylül 2007

13 Eylül 2007

Zamanımız kalmadı

Bakalım bu hükümet bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu konusunda nasıl bir tavır takınacak? Geçen dönemdeki gibi kamu saplantılı yönelimini sürdürecek mi, yoksa daha kapsamlı bir dönüşüm hamlesine cesaret edebilecek mi?

Ülke koskoca bir yılın yarısından fazlasını türbandı, laiklikti, rejimdi tartışarak harcadı ve harcamaya devam ediyor. Hayati hiçbir konuda bir santim ilerleyemedik. Gerçek işsizlik oranı yüzde 18.7. Mayıs ayından bu yana işsizler ordusuna en az elli bin kişi katılmış. Yapısal reformlar bakımından sıra bir türlü reel sektöre, üretime, istihdama, ihracata, eğitime gelemedi. Uluslararası Yönetimi Geliştirme Enstitüsü'nün Dünya Rekabetçilik Raporu'na göre Türkiye bu yıl rekabet endeksinde 43. sıradan 48. sıraya geriledi. Gerilim oyununda öncelik kazanan, kolluk kuvvetlerinin yetkilerini artıran, internet sansürüne yol açan olumsuz düzenlemelerden, inovasyon ve Ar-Ge konusunda beklenen olumlu düzenlemelere bir türlü sıra gelemedi. AB entegrasyonu meselesi heyula gibi önümüzde duruyor.

E-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu son toplantısını geçtiğimiz Mart ayında yapmış. Yani tartışmalı "Bilgi Toplumu Stratejisi" onaylandığından beri sadece üç kez toplanabilmiş. Son toplantısında ele aldığı konu da pek hayırlı: meşum internet sansür yasası! Bu arada erken seçim dolayısıyla Kurul zaten dağılmış bulunuyor. Lideri siyaseti bıraktı, diğer katılımcı bakanlar da değişiyor. Kısacası Mart'tan bu yana artık "dönüşmüyoruz"!

Nihayet Cumhurbaşkanlığı seçimi de sona erdi. Yeni hükümetin kısa sürede iş başı yapması bekleniyor. Bakalım bu hükümet bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu konusunda nasıl bir tavır takınacak? Geçen dönemdeki gibi kamu ağırlıklı yönelimini sürdürecek mi, yoksa daha kapsamlı bir dönüşüm hamlesine cesaret edebilecek mi? Eğer e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu'nun yeni yapılanmasında "Bilgi Toplumu Stratejisi'nde konumlanan kamu kesimiyle sınırlı sözde "yönetişim" modelini uygulamaya kalkarlarsa, ulusal kaynakların ve çok değerli zamanın bir kez daha heba edildiğini göreceğiz demektir.

Türkiye'nin bir an önce gerçekten "ulusal" bir bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu stratejisine ihtiyacı var. Ulusal stratejinin asıl gücü içeriğinden değil, kimlerin (hangi tarafların/paydaşların), nasıl (bir süreçle), hangi ulusal fayda odağında, hangi kıyaslama ve analizlerle, nasıl bir (ulusal) uzlaşı uyarınca, hangi meşru (hukuki, kurumsal, sorumlu ve saydam) zeminde karar verdiklerine göre artan veya eksilen dinamiğinden kaynaklanır. Ulusal politikanın ulusal fayda üreten stratejileri doğurmasının ve bu stratejilerin uygulanmasıyla doğrudan ulusal rekabet avantajı yaratılmasının nedeni de budur. Stratejilerin içeriği de bu dinamik denklem uyarınca şekillenir zaten…

Ülkenin ihtiyaç duyduğu dönüşüm "bilgi toplumu"na ve "bilgi ekonomisi"ne doğru ve bu terimler her yerde aynı anlama geliyorlar: "toplum"un ve "ekonomi"nin tümüyle dönüşmesi gerekiyor… Yani "bir kısmı" seçeneği mevcut değil!

BThaber, S: 636, 3 - 9 Eylül 2007

27 Ağustos 2007

Demokrasi sınavı

İktidarın önündeki demokrasi sınavının telafisi yok. Ya geçer ya kalır.


Ülkenin geleceğinin tasarlanması ile ilgili ulusal politika ve stratejilerden hala medet umanlar, seçim sonrası dönemlerde genellikle depresyonla umut arasında gidip gelirler. Yanlışların düzeltileceği, doğruların rafa kaldırılmayacağı, ulusal kaynakların heba edilmeyeceği, akıl ile iradenin buluşacağı yeni bir dönemin umudu ile, her şeyin eskisi gibi olacağı, çok değerli zaman harcanacağı için eskisinde de beter olacağı yolunda tecrübeyle sabitlenmiş beklentinin yarattığı bir depresyon arasında…

Çünkü her iktidar önemli konularda "sil baştan" yaparmış gibi görünmeyi sever. Meşruiyetini sorgulamanın sağlığa zararlı olduğu bazı konular dışındaki işlerde "muktedir" görünmenin yolu budur. Sürekliliğin hüküm sürdüğü tek yer devletin gündelik işleyiş mekanizmalarıdır. Aşırı merkeziyetçilik saplantısıyla işlemez hale gelmiş, bir "merkez" olmadığı için de bölük pörçük yürüyen, ancak "günü kurtaran" işler devam ettirilir. İktidarlar bu "bürokratik hantallığı" yerden yere vururlar, ama bu hantallığın bir parçası olmanın "iktidarın nimetlerinden" yararlanmak anlamına geldiğini de pek iyi bilirler.

Bu seçimde ne oldu? İktidar değişmedi. Yetkisini paylaşacağı bir koalisyon zoruyla da karşılaşmadı. Tam tersine meşruiyetini sağlamlaştırdı. Bu yetkiyi "yandaşlarından" da almadı. Halkın demokrasi talebi ile seçilmemişlerin iktidarını tasfiye etmesinin bir sonucu bu iktidar. Bu meşru talebe cevap veremezse meşruiyetini kaybedecek bir iktidar var artık. İşte bu çok iyi. Üstelik 1950'de ya da 1983'te de değiliz.

Nihayet geleceğimizi, ama hepimizin, tüm tarafların ortak geleceğini tasarlayacak politikalar geliştirip bu temelde üretilecek stratejileri kararlılıkla uygulayabiliriz değil mi?

Ama iktidar kendisine emanet edilmiş bu demokratik gücü, seçilmemiş elitlerin ve bürokratik mekanizmaların tasfiyesi için kullanıp da ortaya çıkacak yönetsel boşluğu başka, "kendinden yana" ve yine bir o kadar arkaik mekanizmalarla doldurmaya kalkarsa? Bu da birçok kez tecrübe edildi. Geçtiğimiz dönemde bu iktidarın demokrasi sınavında bütünlemeye kaldığını da çok gördük. Eğer bilgi toplumu, bilgi ekonomisi gibi konularda bürokratik mekanizmaları ele geçirme gibi gizli bir ajandaya bağlı olup olmadığını bilmediğimiz aşırı kamu odaklı stratejik yaklaşımlarda, taraflar arasında eşitsizlik yaratan yönetişim kaçkını tavırda, STK kullanımıyla yürütülen imaj operasyonlarında, olumsuz hukuksal düzenlemelerde süreklilik göreceksek, kalsın. Ama eğer e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu'nu adına yakışır bir şekilde ve tüm tarafların karara ortak olduğu bir temelde işleteceklerse, politikasız, stratejisiz başlanmış bazı olumlu işlerde süreklilik, yanlışlarda revizyon, mantıkta gerçek bir dönüşüm ve ciddi bir ulusal sıçrama hedefleyeceklerse, hepimiz varız.

İktidarın önündeki demokrasi sınavının telafisi yok. Ya geçer ya kalır. Bizim zamanımız kaldı mı, orası ayrı bir sorun…

BThaber, S:634, 20-26 Ağustos 2007

16 Ağustos 2007

Evrenin Yeni Belleği: Sanal Kitaplık


“Web, ışıkları yanmayan ve bütün kitapların yerde yığılı olduğu bir kitaplığa benziyor…”

Gerry McGovern [1]


İskenderiye Kitaplığı’ndan, hatta belki de en başından beri, kitaplıklar bellek ile ilişkilendirilmiştir. “Çok sayıda cilt toplanmalıydı çünkü görkemli kütüphanenin amacı insan bilgisinin tümünü bir yere toplayabilmekti. Aristoteles için kitap toplamak bilim adamının çalışmalarından biriydi ve bir ‘anımsatma aracı olarak’ gerekliydi. Öğrencilerinden biri tarafından kurulan kütüphane ise genişletilmiş bir türdü: bu ‘Evrenin Belleği’ olacaktı.”[2]

Kitap hep bellek taşıyan bir ortam olarak görülmüştür. Bu düşüncenin uçları, Borges’in “Babil Kitaplığı”nın hayali “merkez”lerinden birinde buluşturulabilir. “Letizia Alvares de Toledo, engin Kitaplık’ın yararsız olduğunu gözlemlemiş: açık söylemek gerekirse, tek cilt, genel düzene uyan, dokuz ya da on kadrata dizilmiş, sonsuz sayıda, sonsuz incelikte yaprağı olan tek cilt yeterliymiş. (Onyedinci yüzyılın başlarında Cavalieri, som gövdelerin tümünün sonsuz sayıda düzlemlerin eklentisiyle oluştuklarını söylemişti.) Gerçi bu ipeksi vade mecum’u taşımak kolay olmazdı: görünen her sayfa benzerlerine açılırdı: düşünülemeyen orta sayfanın da arkası olmazdı.”[3]

Kitap ile bellek ilişkisi, kağıdın kaynağına, ağacın dokusuna, köklerine dek sürülebilir. Boş kağıdın, orada yazılı olabilecek her şeyin muhtemel toplamını içerdiğini ileri süren yazarlar çıkmıştır. Bu “toplam yazı”nın evrenin ta kendisi olduğuna inanan tarikatlarla doludur tarih: Tanrı, geçmişin, bugünün ve geleceğin belleğini taşıyorsa, evreni yarattığı alfabe belleğin toplamına eşit ve sonsuzdur.

Kitap, bellek olarak kağıt ortamını kullanan bir bilgi mekanıdır. Basılı yazının çizgisel ve artzamanlı mekanı. Kitabın, bellek olarak kağıttan daha “yumuşak” bir ortamı, “bit”lerin[4] elektronik ortamını kullanan yeni bir türü, yazının bu kez ne çizgisel, ne de artzamanlı olan bir başka mekanını ortaya çıkartmıştır: elektronik kitabın bilgi hipermekanı.

Ağaç dokusundan silisyum temelli silikon çiplere kitabın yaşadığı bu dönüşüme, kitaplıkların dönüşümünün eşlik etmemesi düşünülemez. Aslında kitaplıklar elektronik ortamla kitaplardan daha önce tanışmışlardır. Kitaplık düşüncesinin doğuşundan beri çok çeşitli konuda çok sayıda kitabı okuyucu için erişilebilir kılmak adına geliştirilen katalog, kart vb. arama sistemleri, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin sunduğu kapsamlı, hızlı ve esnek sınıflandırma yeteneklerinin çekimiyle yavaş yavaş elektronik ortama taşınmıştır. Katalogları ve arama motorlarını elektronik ortama aktarılan kitaplar izlemiştir.

Birer enformasyon mekanı olan kitapların mekanı olarak Kitaplık, enformasyonun mekansal metaforu olmanın da ötesinde saf enformasyon mekanı haline dönüşmeye başlamıştır. Enformasyon dolaşımı üzerine kurulmuş, maddesel-olmayan, akışkan ve esnek bir ağ mekanı.

Elektronik kitaplar ve sanal kitaplıklar, yazılı kültürümüzün yeni bir evresine mi işaret ediyor, yoksa bitişine mi? Bu soru farklı bağlam ve niyetlerle bir çok kez sorulmuştur. Henüz cevabı belli olmayan bu sorunun çözümü, belki de gizlediği değişim göstergelerinde yatmaktadır. “Sözel olandan yazılı olana –Sokrates ve izleyicileri tarafından uyarıyla karşılanan- tarihsel geçiş, entelektüel işleyişin kurallarını da tamamen değiştirdi. Yazılı metinler dolaşıma sokulabilir, incelenebilir ve notlarla zenginleştirilebilirdi; bilgi istikrarlı bir temele oturabilirdi. Yazılı olandan mekanik baskıya geçiş ve buna bağlı olarak okuryazarlığın halk arasında yayılışı, çoğu kişi tarafından Aydınlanma’yı mümkün kılan şey olarak gösterilir. Ve şimdi de bilgisayarlar, bir anlamda uygulanmış akılsallığın kusursuz örneği olarak, basılı sözcüğün otoritesini sarsıp, bizi spiralin farklı bir bölgesinde de olsa, sözel kültürleri karakterize eden süreç odaklılığa geri döndürüyorlar.”[5]

Aslında kağıt üzerindeki yazıyla ekrandaki yazı arasında belli bir süreklilik ilişkisi de mevcuttur. İnsanlar bilgiyi gelecek kuşaklar için erişilebilir kılmak için yazıyı, bilgi temelli bir iletişim teknolojisi olarak kullanmışlardır. Antik Yunan’ın “alfabetik zihni”, bir teknolojik paradigma dönüşümünün ürünüdür. “Benzeri tarihsel boyutlara sahip bir teknolojik dönüşüm de 2700 yıl sonra meydana gelmiştir, yani farklı iletişim tarzlarının etkileşimli bir ağ yapısıyla bütünleştirilmeleri. Bir başka deyişle, Üst-Metin ya da bir Üst-Dilin ortaya çıkışıyla, tarihte ilk kez, insan iletişiminin yazılı, sözel, görsel-işitsel tarzları tek bir sistemle bütünleştirilmiştir. (…) (Gerçek ya da ertelenmiş) seçili bir zamanda erişimi herkese açık küresel bir ağ içerisinde bir çok noktada etkileşime giren metin, imge ve seslerin aynı sistemde olası bütünleştirilmeleri, iletişimin niteliğini temelden değiştirmiştir.”[6]

Belleği kayda geçiren yazı, aynı zamanda belleğin yıkımını getireceği iddiasıyla eleştirilmiştir, tıpkı bugün elektronik ortam için ileri sürüldüğü gibi. “Phaedrus’ta Platon, Sokrates’in ağzından yazının insani olmadığını; gerçekte sadece insanın zihninde var olan düşünceyi zihnin dışında kurmaya kalkıştığını söyler; yazı bir nesne, imal edilmiş bir üründür. Elbette aynı söz, bilgisayar için de geçerlidir. Daha sonra Platon, yine Sokrates’in ağzından yazının belleği çürüttüğünü söyler. Yazıya alışan unutkan olur, kendi öz kaynaklarından yararlanacağına dış kaynaklara bağımlı kalır ve öz kaynaklarını yitirir. Yazı zihni zayıflatır. Bugün aynı sözleri anne-babalar, öz kaynak sayılan çarpım cetvelini ezberleyeceğine hesap makinesi kullanan çocuklar için söylemektedirler.”[7]

Elektronik ortam, birlikte anıldığı “enformasyon hızı” boyutuyla, yazılı kültürün değerlerini tehdit eden bir güç olarak da görülmekte ve alınan her enformasyon paketinin bir öncekini silen hızlı akışıyla, insan algısını ve bu arada belleğini de dönüştürmekle suçlanmaktadır. Hız ile bellek, bildiğimiz tanımlarıyla birbirilerini itmektedir.

“SİBER-MEKAN, ya da daha doğrusu, ‘sibernetik zaman-mekan’, gazetecilerin pek sevdiği şu doğrulamada kendini bulur: enformasyon, yerine ulaştırılmasındaki hızla değerlenir, daha da iyisi, hız enformasyonun ta kendisidir. (…) Bugün, ENFORMASYONUN madde-zaman-mekanın nihai boyutu haline gelmesiyle birlikte, bilişimcilerin, mekanın varolmadığı bu zaman derinliğini, sınırlı olmayıp genelleşmiş enformasyon ile, fizik ve bilişimin tümüyle birbirlerine karıştığı bir ENFORMASYON-DÜNYA ile özdeşleştirme eğilimleri artmıştır.”[8]

Kitap ile elektronik kitabı, metin ile hipermetini Paul Virilio’nun kavramlarıyla konumlayacak olursak; bir yanda elektronik enformasyon iletiminin “hız-yönelimli psiko-coğrafi imparatorluğu” “enformasyon-dünya”da sürekli akan “sibernetik ideografi” ya da “elektro-optik enfografi” olarak Hipermetin (hypertext); öte yanda “bilgi”nin gövde bulduğu, algılanabilir zaman-mekana tabi, çizgisel-artzamanlı, optik-grafik topografya, yani Kitap bulunmaktadır.

Basılı yazının mantığı sentaks kurallarıyla belirlenir. Söylemin temel yapısı olarak sentaks, insan zihninin dil aracılığıyla anlama ulaştığı bir haritalandırmadır. Basılı yazı aslında bir tür çeviri işlemini gerektirir: Basılı yazı okunurken anlama doğru çevrilir. Okurun deneyimi tümüyle mahremdir. Sayfaların belli bir sırayla çevrilmesi ve sayfa boyunca dikey hareket, basılı yazının zaman eksenini belirler. Basılı kitap durağandır, okur kitap boyunca hareket eder, kitap değil.

Oysa elektronik ortamda enformasyon, bir özel vericiden özel bir alıcıya doğru değil, açık bir ağ üzerinde hareket eder. Özel ağlar dışında, bu deneyim, kamusal bir nitelik taşır. Elektronik iletişim etkileşimlidir. Ekrandaki içeriğin bir noktasından bir başka noktasına, bir başka içeriğe ve oradan bir başkasına ulaşmak mümkündür; enformasyon potansiyel olarak her zaman ağ üzerinde mevcut olsa da basit bir tıklama ya da tuş darbesiyle silinebilir, değiştirilebilir. Okuma hızı ekranın kaydırma hareketiyle artmıştır. Temel hareket, daha ziyade birleştiricidir, dikey olarak toplayıcı değil. Sunum algıyı yapılandırır ve algı enformasyonun nasıl düzenlendiğine göre belirlenir.

Kitaptan ekrana doğru bu geçiş, neleri değiştirecektir? “Eski tarz, tek bir yazar tarafından daktilo edilmiş, yeniden gözden geçirilmiş, dizilmiş, basılmış, kitapçılar aracılığıyla dolaşıma sokulmuş, okur tarafından satın alınmış, yine eski tarzda, sayfaları baştan sona çevirerek, yazarın seçtiği çok sayıda mevcut imkan arasında gerekli yapı sayılan bir anlam yapısına doğru birleştirilmiş A Metni. Şimdi de B Metni, bir ya da bir çok yazar tarafından seçenekleri çoğaltan bir yazılım kullanılarak bilgisayarda oluşturulmuş hipermetin. Ortaya çıkan metin, eski tarzda çizgisel olarak da okunabilir, ama aynı zamanda açık bir metindir. Okuyucu çok sayıda alt anlatı patikalarına sapabilir, belli anahtar tanımlamalarla görsel unsurları çağırabilir, farklı bir çok olası sondan herhangi birini seçebilir. B metni ile yaptığımız nedir? Bunu hala ‘okumak’ olarak adlandırabilir miyiz? Yoksa, ‘metinlemek’ (texting) ya da “sözcük-pilotluğu’ (word-piloting) gibi bir terim mi uydurmamız gerek?”[9]

Roland Barthes, “S/Z”de, “ideal metin” olarak da adlandırdığı “ağ olarak metin”in, yani hipermetinin düşünü kurmuştur: “Bu ideal metinde, hiçbiri diğerine üstün gelmeksizin, ağlar çok sayıda ve etkileşim halindedir; bu metin, gösterilenlerden oluşmuş bir yapı değil, bir gösterenler galaksisidir; başlangıcı yoktur; tersine çevrilebilir; hiçbirinin asıl giriş olmadığı çeşitli girişlerden geçerek ulaşırız oraya; harekete geçirdiği kodlar göz alabildiğince uzanırlar ve önceden belirlenemezler…; anlam sistemleri bu mutlak olarak çoğul metin üzerinde egemenlik kurabilirler, ancak dilin sonsuzluğuna bağlı olarak sayıları asla sonlu değildir.”[10] Dünyadaki her şeyin bir Kitaba ulaşmak için varolduğunu düşünen Mallarmé gibi, metni henüz kurulmamış bir ağ olarak gören Jean-Joseph Goux da benzer bir yaklaşım içindedir: “henüz düşünülmemiş bir ağ düşüncesi, temsiliyetçi olmayan ve çokdüğümlü bir örgütlenme, bir metin düşüncesi… hiçbir şeyin başlıklandıramayacağı metin. Başlıksız, bölümsüz. Başsız, büyük harfsiz.”[11]

Bir çok farklı metni kendi içlerinde ve birbirleri arasında etkileşimli olarak bağlantılayan hipermetin, kendisini görsel enformasyon, ses, animasyon ve diğer veri biçimleriyle bütünleştirerek genişleten “hipermedya” terimiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, elektronik ortamın kitabı dönüştürdüğü bir başka noktayı ele verir. Elektronik kitap multimedya haline gelmektedir. Ya da, “multimedya giderek kitaba benzemektedir, katlayıp yatağa götürebileceğiniz, sohbet edebileceğiniz ya da size bir hikaye anlatabilecek bir kitaba.”[12] Günümüzde , tümü internet erişimli olmak üzere, önce PDA (Personal Digital Assistant) adı verilen cep bilgisayarlarıyla, sonra kitap biçimi verilmiş tablet PC’lerle ve son olarak da bükülebilir, kullanılıp atılabilir “elektronik kağıt”la[13], e-kitaplar artık tümüyle birer hipermedyaya dönüşmektedir.

Gerek hipermetin, gerekse hipermedya kavramları dolaysız olarak ağ mantığına bağlı oldukları için, hipermedya olarak elektronik kitapların birer düğüm oluşturarak kurdukları ağı, “sanal kitaplık” diye adlandırmak yanlış olmaz. Bu öylesine bağlantılı bir kitaplıktır ki, erişilebilirlik bakımından içerdiği kitapların toplamı olan bir Sanal Kitap haline gelmektedir.

Aslına bakılırsa, bağlamı biraz zorlayarak, “ağların ağı” internetin kendisinin devasa bir sanal kitaplığa benzediğini söylemek mümkündür, ama “ışıkları yanmayan ve bütün kitapların yerde yığılı olduğu” bir kitaplığa… Sağladığı hızlı enformasyon birikimi ve kayıt yeteneğiyle internetin, tıpkı İskenderiye Kitaplığı gibi, “evrenin belleği” olarak görülmeye aday bir konumu vardır. Ama aynı devasalık, gayri merkezi yapı ve bağlantı imkanlarının sonsuzluğuyla birleştiğinde, İnternet “enformasyon çöplüğü” olarak da adlandırılabilir.

Oysa zamanımızın sanal kitaplıkları, internet içerisinde oluşturdukları özel enformasyon mimarileriyle, sınıflandırma, arama ve erişim araçlarıyla bu kaosun içerisinde birer “düzen adası” olarak belirmektedir. Kütüphanecilik ve bilişim, başka bir çok alanda olduğu gibi iç içe geçmektedir. Bunu üniversitelerin kütüphanecilik bölümlerinin sunduğu uzmanlık nitelemelerinden de anlamak mümkündür: Enformasyon aracılığı, enformasyon erişim uzmanlığı, referans kütüphaneciliği, bilgi yöneticiliği, kitaplık enformasyon yöneticiliği, kitaplık medya uzmanlığı, internet kütüphaneciliği vb.

Sanal kitaplığın, birbiriyle sarmal bir ilişki kuran iki temel ekseni vardır: Bu eksenlerin biri, fiziksel kitaplar barındıran fiziksel bir kitaplığın, kayıtlarını, kataloglarını ve giderek kitapların elektronik versiyonlarını barındıran sanal uzantısıdır. Nitekim, iletişim ve bilişim teknolojilerinin gelişimiyle, önce British Museum and Library, Bibliothèque Nationale de France, Library of Congress gibi Batı’nın prestijli ulusal kitaplıkları, daha sonra da ilkokul kitaplıklarına kadar bir çok kamusal kitaplık, arama işlevleri başta olmak üzere, kayıt, erişim sağlama vb. işlevleri aşamalı olarak elektronik ortama taşımışlardır.

Diğer eksen ise, yalnızca elektronik kitapların bulunduğu, tüm mevcudiyeti ağ üzerinde olan sanal kitaplıklardır. Bu tür kitaplıkların öncüleri, genellikle telif yasaları kapsamı dışında kalan klasiklerin elektronik versiyonlarını barındıran ve hedeflenen kapsamıyla cüretkar “bellek” nitelemesine göz diken projelerdi. Hız kesmiş de olsa halen varlığını sürdüren “Gutenberg Projesi” bunların en ünlüsüdür.[14] 1971’de Michael Hart tarafından, kendisinin “kopyalayıcı teknoloji” (replicator technology) adını verdiği, “bir bilgisayara girilebilen her hangi bir şey sonsuzca çoğaltılabilir” ilkesinden hareketle başlatılan “Gutenberg Projesi”, bilgisayara girilen herhangi bir kitabın (bu arada resimlerin, seslerin, hatta üç boyutlu nesne taramalarının) dileyen herkes için (hatta uydu aracılığıyla bu dünyada olmayanlar için bile) erişilebilir olması fikri üzerinde kuruldu.[15] Erişilebilirlik adına, herhangi bir işletim sistemi tarafından tanınabilecek basit metin formatında[16] yüklenen e-kitapların, herhangi bir internet tarayıcısı ile okunabilmesi esas alınmıştı.

Zamanla bu tür kitaplıklar giderek arttı. Bugün, fiziksel/kamusal ya da sanal/kamusal nitelikli kitaplıkların yanı sıra, çok sayıda özel, akademik, vb. sanal kitaplıklara, hatta farklı kategorideki bir çok sanal kitaplığı bünyesinde barındıran ya da erişim sağlayan sanal kitaplık “portal”larına rastlamak mümkün. Bu zincire, giderek hacim kazanan elektronik yayıncılık sektörünün, e-kitap üretim, satış ve dağıtımıyla uğraşan şirketlerin oluşturduğu elektronik ticaret siteleri de katılınca, kapsam tahmin edilebilir. Henüz, kitaptan e-kitaba, kitaplıktan sanal kitaplığa doğru hareketin başlangıç aşamalarında olduğumuz ve iletişim-bilişim teknolojilerinin gelişim ivmesi hesaba katılırsa, kültürel bellek olarak sanal kitaplığın yol açacağı değişimin boyutları konusunda çok silik bir imgeye ulaşmak zor olmayacaktır.

Sanal kitaplıkların önünde, tıpkı e-kitap yayıncılığının olduğu gibi, güçlü bir fikri hak mülkiyeti engeli vardır. İnternet ortamında dolaşıma giren e-kitabın kopyalanabilir olması bakımından, telif kapsamı dışında kalan eserler haricindeki kitap, makale vb. malzemenin kamusal dolaşımı sorunu henüz tam olarak çözülememiştir. Sanal kitaplıklar, özellikle fiziksel kitaplıkların sanal uzantıları, bu sorunu üyelik vb. sistemlerle, giderek de kopya koruma teknolojisi gibi önlemlerle çözmeye çalışmaktadır. Yine de yayıncılar fikri hakları konusunda kamusal kitaplıkları önemli bir tehdit olarak algılıyorlar. Ancak, tıpkı okulların elektronik öğrenime, kitapçıların e-kitapçılara, müzelerin sanal müzelere dönüşmesi, daha doğrusu sanal paralel evrenini yaratması gibi, koruma, hacim yönetimi ve depolama, erişim sağlama gibi pek çok sorunla boğuşan kitaplıklar sanal uzantılarını oluşturmaya devam ediyorlar. Kitaplık portallarıyla birbirine bağlanan sanal kitaplıklar, internet içinde ikinci bir ağ kuruyor, evrensel kütüphanecinin dünyadaki tüm kitapları birleştirme düşü bir bakıma yeniden hayat buluyor.

Evrenin belleği olarak kitaplık, hep sonsuzluk imgesiyle düşünüldü. Ağın içerdiği ve içereceği düğümlerin birleşimindeki olasılıkların uçsuzluğuyla kurulan hipermekanda, kitaplar, yazı, kültür fragmanları, taklitler, simülasyonlar, unutuluşlar durmaksızın birbirine bağlanabilir. Ama enformasyon hızıyla atalete tutulan algının zaman-mekanı ya da kamusallığın kaygan zemini, bu çizgisel ve artzamanlı olmayan boyuta nasıl açılacak? Kütüphanecinin bile, hızla dokunan ağın her anını kuşatamadığı sonsuz bir kitaplıkta, ancak “zahir”den bakanın küresel bakışlarıyla her anı ve noktasını ”okuyabildiği” ve çıldırdığı o imkansız kitabı kim okuyacak? Siborg mu? “İnsan-sonrası” (post-human)…

Peki ya e-kitaplara da, kitap kurtları gibi, virüs, internet solucanı türü haşarat bulaşırsa? Ya virüs, elektronik ortamda kodlanmış bilgiyi tüm ağ boyunca kendisini sonsuz sayıda kopyalayarak sonsuza dek dönüştürürse? Sorular açık, imkan da…

ARIES, S:1, Haziran-Ağustos 2002



[1] Gerry McGovern, “Egovernment: Epublisher”, NUA White Paper, Şubat 2001,

[2] Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, çev. Füsun Elioğlu, Yapı Kredi Yayınları, 2001, sf. 223

[3] Jorge Luis Borges, “Babil Kitaplığı”, Ficciones – Hayaller ve Hikayeler, çev. Tomris Uyar - Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, 1998, sf. 75, dipnot 4

[4] Bit: B(inary) (Dig)it, yani ikili sayı sözcüklerinin kısaltılmasından türetilen “bit” sözcüğü, bilgisayar dilinde en küçük enformasyon birimini belirtmek için kullanılır. 0 ve 1 lerden, yani açık / kapalı mantığından oluşan dijital enformasyonun en küçük birimi, 0 ve 1 değerine sahip olan bit’tir. Normal boyutlarda bir kitabın elektronik versiyonu, yaklaşık 10 milyon bit’ten oluşur.

[5] Sven Birkerts, “Hypertext: Of Mouse and Man”, The Gutenberg Elegies – The Fate of Reading in an Electronic Age, Faber and Faber, 1994 (elektronik versiyon: )

[6] Manuel Castells, The Rise of the Network Society (The Information Age: Economy, Society and Culture – Volume I), Blackwell Publishers, 1996, sf. 328

[7] Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis Yayınları, 1995, sf. 98

[8] Paul Virilio, L’art du Moteur, Galilée, 1993, sf. 180-181

[9] Sven Birkerts, “Hypertext: Of Mouse and Man”, age

[10] Roland Barthes, S/Z, Seuil, 1970 (1996), sf.11-12

[11] Jean-Joseph Goux (Numismatique II), aktaran: Jacques Derrida, La Dissémination, Seuil, 1972, sf. 203

[12] Nicholas Negroponte, “Boks without Pages”, Being Digital, Coronet Boks, 1995 (1996), sf. 71; ayrıca bkz. “The Future of the Book”, Wired 4.02, Şubat 1996,

[13] “Elektronik Kağıt”: Yüksek kontrastlı, düşük maliyetli, okunabilir/yazılabilir/silinebilir ortam

[15] Bkz. “History and Philosophy of Project Gutenberg”, 1992,

[16] “Plain vanilla ASCII” – Enformasyon Değişimi için Amerikan Standard Kodu’nun düşük bir türevi.

14 Ağustos 2007

Demokrasi ve bilgi toplumu

Toplumun demokratik taleplerini ortaya koyması gerekiyor ki demokrasi gerçekleşebilsin. Tıpkı vatandaşların bilgi talebinde bulunarak geleceklerine sahip çıkmasının bilgi toplumunu mümkün kılması gibi…

Onca insanın seçim sonuçlarına "şaşırması" beni çok eğlendirdi. Sandıktan arkaik elitlerin hayali iktidarı çıksaydı asıl o zaman şaşırmak gerekirdi. 1950'lerin korkunç akıl hastanelerinden birinde sanal bir 21. Yüzyıl yaşayan şizofrenin gerçeklik şokuyla "tedavi olduğu" an içine düşeceği şaşkınlığa benzerdi bu. Neyse ki bizler şaşırmadık. Toplumun tamamının şizofren olduğunu söyleyen paranoyaklara da aldırmayın.

Sonuçta toplum demokratik bir "refleks" gösterdi ve tuzağa düşmedi. Ama geçen yazımda geleceği tasarlamak ya da içine kapanarak yok olmak şeklinde konumladığım iki seçenek hala önümüzde duruyor, hatta Meclis'te temsil ediliyor! AKP dışındaki üç parti, hep birlikte azınlıkta olsalar da, olumsuzlayıcı bir milliyetçilik üzerine oynadılar, oynayacaklar. Toplumun demokratik talepleri sonucu iktidarı kazanan partinin görevi, geleceği tasarlayacak ulusal iradeyi harekete geçirmek. Ama diğer üç parti ve arkasındaki seçilmemiş güçlerin tuzağına düşüp de "kim daha milliyetçi"yi oynarlarsa işimiz zor. Bu tür eğilimleri ortam gerginleşmeye başladığında sergilediklerini gördük. Sansür yasası da, kolluk kuvvetlerinin yetki aşımını mümkün kılan düzenlemeler de onların eseri. Bugünümüzü karartan bu tür uygulamalar bir yana, bürokratik mekanizmaların yönetişim kaçkını tavrına boyun eğerek demokratik uzlaşıyı dışlayan mekanik devletçi "stratejilerle" zamanımızı harcadıklarını da biliyoruz. Şimdi durum farklı. Daha önce "taban tepkisi" ile, anti demokratik siyasi kadroların tasfiyesiyle açıklanabilecek iktidarları, artık toplumun çoğunluğunun demokratik taleplerine dayanıyor. Hesap vermeleri gereken adres değişti. Yetkileri de sorumlulukları da daha fazla. Artık atanmışların baskısına boyun eğme kolaycılığı ile günü kurtaramazlar.

Toplumun demokratik taleplerini ortaya koyması gerekiyor ki demokrasi gerçekleşebilsin. Tıpkı vatandaşların bilgi talebinde bulunarak geleceklerine sahip çıkmasının bilgi toplumunu mümkün kılması gibi... Bu iki cümle de, hedefin henüz gerçekleşmediğini ortaya koyuyor. Yani ne demokratik bir toplumda yaşıyoruz ne de bu toplumu "bilgi" ile anabiliriz! Ama aynı zamanda bu yönde toplumsal talebin varlığını da ortaya koyuyor.

Bir yazımda demokrasi olmadan bilgi toplumundan söz edilemeyeceğini iddia etmiştim. Toplumun demokrasi talebi, her şeyden önce geleceğimizin tasarımı için geçerli. "Bilgi toplumu stratejisi"ni adına layık bir hale getirmenin, tüm tarafların katılımıyla demokratik bir temel üzerinde yeniden inşa etmenin tam zamanı. Kara deliğin üzerinden geleceğe sıçramanın zamanı.

BThaber, S:632, 6 - 12 Ağustos 2007

21 Temmuz 2007

Seçim asıl şimdi başlıyor!

Seçeneklerin geleceğinizi tamamen etkilediği seçimdir hayati olan. Ataletin dönme dolabında demokrasi sarhoşluğuyla daha ne kadar eğlenebilirsiniz ki?

Bu yazıyı okuduğunuzda seçim “geçmiş” olacak. Seçimin sonucu ne olursa olsun, hepimizin ve daha da önemlisi gelecek kuşakların hayatını belirleyecek seçim asıl şimdi başlıyor. Seçeneklerin bugününüzü ve geleceğinizi tamamen etkileyeceği seçimdir hayati olan. Seçenekler ise belli. Seçime uzanan altı aylık süreçte sahnelenen seçeneksizlik oyununun sahte kutuplarıyla kurgulanan gerilimin gizlemeyi başaramadığı apaçık iki seçenek var önümüzde…

Türkiye’nin sahip olduğu potansiyelleri dinamiklerini harekete geçerek değerlendirmek; eskilerin dediği gibi “kuvveden fiile geçerek” ulusal iradenin gücünü ortaya çıkarmak; yani küresel rekabet avantajı yaratarak güçlü oyuncuların arasına girmek… Bu sıçrama ancak ve ancak toplumun tüm taraf ve katmanlarının katılımıyla tecelli eden ulusal iradenin demokratik talebi ve denetimiyle gerçekleşecek bir adil paylaşımın yaratacağı barış ve güç birliği ortamında ortak faydayı izleyerek refaha ulaşmakla mümkün…

Diğer seçenek ise şimdiye kadar nice ulusu yutmuş karanlık, derin ve kokuşmuş bir delik… Kara bir delik. Bu seçenek doğası gereği olumsuz. Bunu dayatanların dili de hep olumsuzlamayla çalışıyor: Bölünme, şiddet, iç savaş, güvensizlik; korku, korku, korku… Bu seçenek, giderek içine kapanarak, dostunu düşmanını içerde arama tuzağına düşerek, içeride çatışmanın bedelini dışarıda hastalıklı ve güçsüz olmakla ödeyen bir ulusu gösteriyor. Başkalarının sınıflandırmalarına teslim olan ülkeler ligine dahil olmak demek bu. Çünkü çatışma ve kamplaşmanın saldığı korku bulutları içinde kaybolduğunda daha kolay güdülebileceği düşünülen sürü psikolojisinin doğurduğu yönetsel boşlukta, türü tükenmeye yüz tutmuş bir bölük “seçkin”in hayali iktidarlarını sürdürme saplantılarının bedelini özgürlüğümüz, bağımsızlığımız ve refahımız ile ödemek zorunda kalacağız. Bunu daha önce de yaşadık ve çok yüksek bir bedel ödedik. Bu değerlerin sonsuz olmadığının farkına varmamız gerek. Bu kaygan deliğe bir kez daha düşersek çıkamayabiliriz.

Oyunuzu kime vermiş olursanız olun, işbaşındaki hükümet hepinizin olacak. Gücünüzü demokratik bir biçimde kullanarak bu hükümeti hayati seçimlerinizi izlemeye zorlamanız gerekiyor. Ataletin dönme dolabında demokrasi sarhoşluğuyla daha ne kadar eğlenebilirsiniz ki?

11 Temmuz 2007

Seçim olmayacak!

Demokrasi olmadan kalkınma olmuyor… Bilgi, toplum, ekonomi, teknoloji, inovasyon, eğitim, kalite vb. ile “politika” arasında demokrasi yoksa, yani “talep” yoksa, kalkınma, yani “arz” da yok!

Bu, BThaber’de yayınlanan 100. yazım… Genellikle bilgi toplumuna dönüşüm ve bilgi ekonomisine geçiş ile ilgili politika ve stratejiler üzerine yazdım. Bilgi, toplum ve ekonomi arasında doğru ve verimli bir ilişki kurmanın yolu politikadan geçiyor çünkü. Sadece bu alandaki politikalardan değil, alıştığımız anlamda “politika”dan da… Konuyla ilgili olup da ikiden fazla hükümet görmüş kişiler bilir: iktidarlar yeniliğin tazeliğiyle bu “şık” başlık altında hemen yeni bir “kurumsal örgütlenme” geliştiriverirler! Yeni “strateji belgeleri”, “eylem planları” ve “koordinasyon çalışmaları” bunu izler. Bu arada kamu kesimiyle sınırlı olmak üzere, plana ihtiyaç duymayan bir takım mekanik eylemler yürür ve bununla “gurur duyulur”. Sonra süreci taçlandırmak için bütün bu “devletli” belgelerin tam tersi yönde anti-demokratik bir uygulama girişiminde bulunulur (RTÜK yasası, internet (sansür) yasası vb). Ardından seçim olur ve sil baştan…

Niçin? Çünkü seçim, aslında “seçim” değildir de ondan… Demokrasi olmadan kalkınma olmuyor da ondan… Bilgi, toplum, ekonomi, teknoloji, inovasyon, eğitim, kalite vb. ile “politika” arasında demokrasi yoksa, yani “talep” yoksa, kalkınma, yani “arz” da yok!

Cumhuriyet adına demokrasiyle mücadelenin bile artık elektronik ortamda yürütüldüğü bu tanıdık ama “gelişmiş” seçim ortamında neyi “seçeceğiz”?

Demokrasilerde meclis temsili olabilir, ama sandık gerçek olmak zorundadır. Bunun için de sandıkta gerçek seçeneklerin yer alması gerekir. Demokrasinin kısa tarihindeki uzun karanlıkların nedeni, iktidarsızlaşan yönetsel mekanizmanın kendi tehdit algısıyla seçmenleri seçeneksizliğe kapatmasıdır. Yani aslında 22 Temmuz’da seçim olmayacak!

Elbette bu sonsuza kadar sürmez. Yönetsel “eşik” küresel konjonktür ve iç dinamiklerin gerilimi nedeniyle aşıldığında, topluma dayatılan statüler yarılır, sosyal enerji kısa devre yapar. Bunun sonucu çatışma ve kaos da olabilir, yönetim reformu ve demokratik kalkınma da…

Kısacası herkes gibi siz BİT erbabının da “politika” yapması gerekiyor. Bilgi, iletişim ve teknoloji ile uğraşmak aslında "politika" yapmak da demek. Ama bu sefer işinizi yapabilmek için değil, hayatta kalmak için politikaya ihtiyacınız var…

(Bu yazının ilk versiyonu için: BThaber, s:628, 9 - 15 Temmuz 2007)

02 Temmuz 2007

“Bilgi toplumu” ve demokrasi

Demokratik bir katılımla oluşturulmamış hiçbir politika, hiçbir strateji, tüm tarafların uzlaşısıyla önceliklendirilmemiş hiçbir eylem planı “ulusal” sıfatını hak etmiyor. Demokratik olmayan kalkınma, ulusu değil çokulusluları kalkındırıyor.

9. Kamu Bilişim Platformu Konferansı açılış konuşmalarında TBD Başkanı’nın yeni internet suçları yasasının uygulanamazlığına vurgu yapması yerinde olmuş. Darısı Anayasa Mahkemesi’ne… Ama ben asıl DPT Müsteşar Yardımcısı Halil İbrahim Akça’nın söylediklerine takıldım. Çünkü Menteş’in söz konusu yasanın tüm itirazlara rağmen apar topar geçirilmesi ile ilgili sözlerinin ardından, Akça, “Bilgi Toplumu Stratejisi”nin “dönüşüm” fikrinin gelişme şekli hakkındaki memnuniyetini açıklıyor ve bu sürecin “bugün tüm toplumun malı olacak hale gelmesinden büyük onur ve mutluluk” duyduğunu ifade ediyordu.

Bu köşede söz konusu “strateji”nin oluşma sürecindeki yönetişim kaçkını, katılıma, dolayısıyla da uzlaşıya kapalı tavrı defalarca eleştirdim; ortaya çıkan sonucun “bilgi toplumuna dönüşüm”ü kuşatmaktan uzak, çünkü topluma uzak, salt kamu kesimindeki mekanik e-devlet uygulamalarıyla sınırlı bir eylemler sıralaması olduğunu iddia ettim. Strateji belgesinin bu zaafı, e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu “katılımcısı” STK’ların ilgili raporlarında da kamuoyunda da çokça eleştiri aldı. Dolayısıyla, Türkiye’de bilgi toplumuna dönüşümün önünde açık seçik bir engel oluşturan ve tüm topluma pahalıya mal olan bir yasanın kanunlaştırma şekli STK yetkilisi tarafından eleştirilirken, “e-dönüşüm koordinatörü” DPT yetkilisinin ufku e-devlet koordinasyonu ile sınırlanmış bir “dönüşüm hamlesi”nin temelinde yatan stratejinin taraflara kapalı yapısından ulusallık çıkarsaması yapması tanıdık, ama meşru değil.

Devletin “ulvî” menfaatleri bir yanda, “rızkına razı kul” statüsü uygun görülmüş gerçek toplum öte yanda, ortada da “denge unsuru” olarak soyutlaşıp yok olana dek yüceltilmiş bir “millet”… Bu perspektiften bakıldığında, devlet bir şeyi düşündüğünde bile o topluma mal oluyor zaten! “Tarafsız”, “sınıfsız”, yekpare bir magma…

Bu ülkede kamu otoritesi, adına “kamu kaynağı” denilen ulusal kaynağı hep kendi malı olarak gördü. Çünkü kendisini “milletin aklı” saydı. Ama içerde hava ağır da olsa dışarıda fırtınalar esiyor. Artık bu formüle dünya izin vermiyor. Demokratik bir katılımla oluşturulmamış hiçbir politika, hiçbir strateji, tüm tarafların uzlaşısıyla önceliklendirilmemiş hiçbir eylem planı “ulusal” sıfatını hak etmiyor. Ulusal kararın yokluğunda, stratejiler başkalarının politikasına göre biçimleniyor. Demokratik olmayan kalkınma, ulusu değil çokulusluları kalkındırıyor.

Seçiminizi aklınızla yapın, hayal gücünüzü gelecek için kullanın. Demokrasi güçtür, ama gücü hak etmek gerekir.


BThaber, S: 626, 25 Haziran, 1 Temmuz 2007

21 Haziran 2007

Sansür ve Cumhurbaşkanı

"İnternet içerikleriyle ilgili düzenlemenin bulunmaması kuşkusuz bir kaos yaratmıştır. Ancak, internetin gücü bu kaostan kaynaklandığı gibi, Anayasa'nın koruduğu düşünceyi açıklama hürriyetimiz de bu kaosa dayanmaktadır."


Nur topu gibi bir sansür yasamız oldu! "İnternet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesi ve bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesi hakkında kanun tasarısı", TBMM'de 04.05.2007 tarihinde 5651 no ile kabul edilerek yasalaştı ve Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanarak yürürlüğe girdi. Aynı Cumhurbaşkanı, 18.06.2001 tarihinde internet ile ilgili düzenlemeleri de kapsayan RTÜK yasasını veto ederken şu gerekçeyi öne sürmüştü: "İletişim teknolojisinde bir devrim niteliğindeki internet yayıncılığının en baskın yönü, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün, özgün kanaat oluşumunun günümüzdeki en etkin kullanım alanı olmasıdır. İnternet ortamındaki yayıncılıkta; hukukun üstün kılınması, kişilik haklarının korunması ve bunun yanında da yayın yoluyla düşünce ve ifade özgürlüğü gibi duyarlı alanların dengelenmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlar ancak, ifade özgürlüğü esas alınarak ve yayınlar üzerindeki denetim yargıya bırakılarak sağlanabilir. Dolayısıyla, internet yayıncılığına ilişkin ilkelerin ve öteki düzenlemelerin özel bir yasa ile yapılması en doğru yol olacaktır. Bu yola gidilmeyerek, yayınların düzenlenmesinin tümüyle kamu otoritelerinin takdirine bırakılması ve Basın Yasası'na bağlı kılınması internet yayıncılığının özelliği ile bağdaşmamaktadır."

Mevcut yasa internetin sansür edilmesi bakımından, özellikle yargı denetiminden bağımsız bir sansür kurulu oluşturulması, anayasaya aykırı olarak internet erişiminin genel olarak filtrelenmesi gibi konularda RTÜK yasasından çok daha ağır hükümler içeriyor. Peki, ne değişti de 2001'de tavrını hukuk devletinden yana koyan Cumhurbaşkanımız bu yasayı veto etmedi? Demokrasiyi cumhuriyet için tehdit olarak algılamak, iktidarın erozyonuyla açıklanabilir belki de. Şu sıralar Cumhurbaşkanının bir beş yıl daha görevde kalması tartışılıyor. Belki de tam tersine bu süreyi azaltmak gerekiyordur…

Bizimkine çok benzeyen bir yasa, "İletişim edep yasası" adıyla ABD'de 1996'da çıkarılmıştı. Sivil toplum kuruluşlarının yoğun çabaları sonucu yasa 1997 yılında Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı bulunarak iptal edildi. Yargıç Dalzell'in gerekçesi bu alanda bir ilke oluşturmaktaydı: "Bir kitle iletişim aracı olarak internetin, hükümetin müdahalesine karşı en büyük korumaya ihtiyacı vardır. İnternet içerikleriyle ilgili düzenlemenin bulunmaması kuşkusuz bir kaos yaratmıştır. Ancak, internetin gücü bu kaostan kaynaklandığı gibi, Anayasa'nın koruduğu düşünceyi açıklama hürriyetimiz de bu kaosa dayanmaktadır."

Sansür yasamız için acilen Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılması gerekiyor. Bu mekanizmayı işletmek için öncelikli görev de bilişim STK'larımıza düşüyor.

BThaber, 11 - 17 Haziran 2007 / s:624

06 Haziran 2007

Bağlam-a

Kesinti, kopma, hatta durma hareketi, momentum bakımından sıçrama ve/veya “aşma” hareketi için bir gerekliliktir. Fiziksel olduğu kadar zihinsel hareket için de geçerlidir bu.

Bu “blog”, arada sırada arşiv dönüşleriyle kesilse de haftalık bilgi teknolojileri dergisi BThaber’deki köşemde on beş günde bir (çift sayılar) düzenli olarak yayınlanan ve daha önce Express, Domus M, Kitaplık, Aries, Est&Non, Mobimag, Gelecex vb. dergilerde yayınlanmış yazılardan oluşuyor. Bu yayın, pek belli etmese de, bir “senaryo”yu takip ediyor.

Niçin “senaryo” da mesela “kurgu”, “dizi”, “hiyerarşi” vb. değil? Çünkü dayanaklarımdan biri (hem yazarken, hem de iletirken) “oyun teorisi” de ondan…

BThaber yazıları, kendi içinde zaten açık seçik olarak izlenebilecek bir senaryoyu takip ediyor. Bu blog’da çoğu zaman “flashback”lerle, ender olarak da doğrudan, anlık yazılarla yaptığım “kesinti”ler ise aslında “bağlama”…

Yani bağlam temelinde gelişen bir ilişkilendirme, bağlantılama, dokuma, örme hareketinin “durak”ları…

Gerek blog’un tepeliğindeki “TAZ” (temporary autonomous zone) referansı ve alt başlıkta farklı alanların (“platolar”, yaylalar, düzlemler) “arası”na işaret eden “göçebebilgi” vurgusu, gerekse yan açıklama ve “editorial” yazısındaki kavramların mekaniği bu “ağ yapısı”nı açığa vuruyor zaten.

“Flashback”lerin bir işlevi de şimdiki zamanın hareketinde kopma, dolayısıyla da sıçramalar yaratırken hafızaya kısa devre yaptırmaktır ve bu çok hayırlıdır. Çünkü (sosyal) hafıza kesikli ve boşluklu bir harekete sahiptir. Yazıların dil coğrafyası Türkiye, özellikle sosyal hafıza fakiri olduğundan, bu kısa vadeli dönüşler belki biraz daha anlamlı olabilir diye umuyorum. Gerçi bu coğrafyada “ummak” ve “unutmak” neredeyse eşanlamlı fiiller haline geliyor, ama olsun…

Kesinti, kopma, hatta durma hareketi, momentum bakımından sıçrama ve/veya “aşma” hareketi için bir gerekliliktir. Fiziksel olduğu kadar zihinsel hareket için de geçerlidir bu.

Bu yüzden durup, soğuyup, sakinleşip, belki biraz gerileyerek güç alıp içinde bulunduğumuz durumu değerlendirmemiz gerek. Bu blog’da ve diğer yayınlarımda yapmaya çalıştığım şey bu “değerlendirme” (karşılaştırma, ölçüp biçme, analiz etme, küresel oyuncularca oynanan çoklu senaryolara uyanarak hamleleri konumlama vb.) eylemine kışkırtmak.

En kötü ihtimalle de “kayıt tutmak”…

Ama bu kaydı tarihsel bir veri olarak okuyacakların artık TC vatandaşı olmayacak olması ihtimalinin yüksekliği, bu son ihtimali gerçekten de “en kötü” kılıyor.

Ülke, bizler, hepimiz bir “atalet” döngüsünün içindeyiz. Boşuna çalışan bir motor gibi hem enerji (kaynak, değer, miras vb.) tüketiyor hem de hepimize ve her birimize fayda sağlayacak her hangi bir hareket üretmiyoruz. Avara kasnak…

“Ulusal” gelecek tasarımımız, senaryolarımız, politikalarımız, stratejilerimiz, (eylem) planlarımız, seçeneklerimiz yok. Hem de hiçbir hayati konuda. Enerji, dış ticaret, eğitim, kültür, istihdam, tarım-turizm-yan sanayi-bilişim-telekom, KOBİ, bilim-teknoloji-inovasyon, bilgi (tasarımı, yönetimi, ele geçirilmesi, iletimi, paylaşımı ve kullanımı, yani ekonomisi) ve iletişim, para ve değer (yönetimi ve paylaşımı), hukuk (adalet), kamu (yöneti-şi-mi) vb.

Güvenlik, dış ilişkiler ve makro ekonomi politikalarımız var sanıyoruz, ama maalesef yukarıdaki hayati alanlarla ilişkilendirilmemiş ve koordineli olarak yürütülmeyen bir güvenlik, dış ilişkiler ve makro ekonomi politikası, içinde bulunduğumuz küresel gerilim ortamında pek işe yaramıyor.

Nitekim bunun sonuçlarını artık gün be gün yaşıyoruz. Bir yanda Kuzey Irak duvarı, ABD ve AB ilişkilerindeki çıkmaz, öte yanda “ayrılıkçı” veya “milliyetçi” iç terör, beri yanda hukuk devleti krizi ve siyasi kamplaşma derken, ne küresel ve bölgesel arenada etkili bir varlık gösterebiliyoruz ne de içerde etkili bir atılım hamlesiyle elimizi (değerlerimizi, rekabet avantajlarımızı) güçlendirebiliyoruz.

Sıcak para hareketleri ve kullanılamayan rekabet avantajlarıyla (maddi ve gayri-maddi) ulusal değerlerimiz sürekli bir sızıntı halinde dışarıya kaçıyor. Her bakımdan yoksullaşıyoruz.

Her alanda boşluklar oluşuyor ve yönetsel değeri olan herhangi bir boşluğun başka (ve genellikle küresel) oyuncular tarafından doldurulduğunu hem biliyor hem de tecrübe ediyoruz. Bu boşluklar hukuk mekanizmalarında ve demokratik seçim sistemlerinde ortaya çıktığında çok daha pahalıya mal oluyor.

Oyun teorisinde “sonlu” ve sonsuz” oyunlar vardır. Sonlu oyunlar kısa vadeli hedeflerle sınırlı bir oyun alanında pek de öncelikli olmayan kazanımlar için oynanır. Bu yüzden aslında her sonlu oyuncu, başka oyuncuların dinamik hedeflerle esnek oyun alanlarında oynadığı sonsuz oyunların oyuncağıdır.

Bizi yönettiği yanılsamasına sahip olanlar hala sonlu oyunlarla kendini kandırırken, bizlerin artık, şimdi ve burada bu kâbustan uyanması şart. Biz uyanırsak onlar da uyanır…

Çünkü artık sonlu oyunlarımızın avara kasnak ataletinin doğurduğu sonuçlar hayatiyet bakımından eşik sınırında. Bu sonuçlar bizi geri dönüşsüz bir biçimde bir toplum olmaktan çıkarabilir. O zaman ortada tartışacak ne “ulus”, ne “cumhuriyet”, ne “vatan” ne de “din” kalır.

Zamanın gördüğü sayısız çıkmaz ve tükenişten biri daha geçer tarihe.

Yani “zaman” kalmadı… Tam zamanı…

03 Haziran 2007

Geleceği seçmek…

Hala cumhuriyeti nasıl ve kimlerden koruyacağımızı tartışıyorsak, demokrasiyi cumhuriyetin hedefi değil de tehdidi olarak görebiliyorsak, ortada çok ciddi bir sorun var demektir.

Seçim döngüsüne girdik. Her zamanki gibi, maliyetli ve verimsiz, avara kasnak bir hareketle kendimizi ve kaderimizi birilerine teslim edeceğiz.

Bildik siyasi figürler, sanki günahları sıfırlanmışçasına karşımıza çıkıp kerameti kendinden menkul vatan kurtarıcıları sıfatıyla sosyal amnezimize hitap edecekler. Şizo-muhafazakarlar, daha “yeni” demokrat olmuşlar, birleşik “sosyal” statükocular, “vatan” seviciler, etnik sentetikler… Bir yanda cumhur cepheciler, diğer yanda ulvi sermayeciler…

Seçeneklerimizi konumlayan söylemlerin fiilleri seçim dili gereği gelecek zamanla çekiliyor, ama bu gelecek halkın değil iktidarın geleceği… Korku fabrikatörlerinin geleceği…

Seçimin bizim geleceğimize dair olması gerekmiyor mu? Gelecek korkularımız arasında seçim yapıyorsak, seçtiğimiz seçeneksizlik değil mi? Gelecekte nasıl bir toplum, nasıl bir yaşam kalitesi, nasıl bir refah paylaşımı, nasıl bir kalkınma istediğimizi değil de, nasıl hayatta kalacağımızı, bunun için özgürlük, adalet ve bağımsızlıktan ne kadar taviz vermemiz gerektiğini konuşuyorsak, aslında neyi seçiyoruz? Enerjimizi ve irademizi temsil edecek bir iktidarı mı? İktidarı ödünç verdiklerimizin bizi (en çok da bizden) nasıl koruyacaklarına göre oy veriyorsak, seçim yapmış sayılır mıyız?

Demokrasinin, dolaylı, dolayısıyla da sorunlu temsiliyet mekanizmasıyla, sınamaya odaklı seçim sistemiyle, kalıcı bürokratik aygıtlarıyla, hukuk devleti kurallarıyla ve sivil kurumsallaşmayla aradığı şey, ortak faydaya odaklı ortak aklın işlerliğidir. Bu yüzden hayati alanlarda üretilen politikalar seçimlerin temel seçeneklerini konumlayan ana çizgiler olarak algılanır. Demokrasilerde elbette…

Tek partili dönemin bitişinden beri hala cumhuriyeti nasıl ve kimlerden koruyacağımızı tartışıyorsak, demokrasiyi cumhuriyetin hedefi değil de tehdidi olarak görebiliyorsak, ortada çok ciddi bir sorun var demektir.

İktidar partisinin katılıma kapalı karar verme ve strateji üretme mekanizmaları yüzünden hiç de şaşırtıcı olmayan son sansür girişimleriyle (*) taçlandırdığı “politika”larının dışında, hangi partinin bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi, inovasyon ve bilim-teknoloji politikasını biliyoruz? Bu politikalar seçimimizde ne kadar rol oynayacak? Bunu bir düşünün. Sonra kendinize ve geleceğe ne kadar inandığınızı sorgulayın.

----------------------------------------------------------
(*) Cumhurbaşkanı'nın onaylamasıyla yasa (Ulaştırma Bakanlığı internet yasası) yürürlüğe girdi. Dolayısıyla "girişim" sözcüğünü "mekanizmalar" sözcüğü ile değiştirmek uygun olur. Türkiye'nin küresel ligi belli artık: Suudi Arabistan, İran, Çin ekseninde yer alıyoruz...


BThaber, 28 Mayıs – 3 Haziran 2007 / s:622
http://www.bthaber.com.tr/yazar_sayfalari_bireysel.phtml?yazi_id=545000292