22 Mayıs 2007

Sonlu oyunlar, sonsuz oyunlar…

Ulusal şizofreni akut mu kronik mi, bunu zaman gösterecek… Ama küresel sonsuz oyunun ritmi uyarınca zamanın giderek daha hızlı aktığını düşünürsek, yarın 2023 zaten…

Geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle yine bu köşede “2023’te nasıl bir Cumhuriyet?” diye sormuş ve şöyle yazmıştım: “Cumhuriyetin geleceği bir ‘ulusal irade’ konusudur. Ama bu irade bizi yönetmeye çalışanların sandığı gibi soyut, bir tür ‘milli magma’ olan bir ulusun ‘ulvi’ iradesi değil, ulusu oluşturan tüm kesimlerin katılımı ve paylaşımıyla, yani ortak aklıyla uzlaşarak üretilen ve sıçramaları gerçekleştirmek için onsuz edilemez somut iradedir. “

Çünkü ancak ulusun ortak aklı ulusal fayda üretebilir. Akıl parçalandığında, yani mantıksal çelişki döngüsüne girip kamplaştığında ne ürettiğini görüyoruz. Çünkü paydaşların aklı kendi yararına çalışır, ancak ulusal akıl yürütme bu gerilimi verimli kılacak bir ortak payda üretebilir. Ortak akıl “temsil” de edilemez. Meclis başta olma üzere hiçbir yönetsel mekanizma bu iddiada bulunamaz. Demokrasilerde temsil edilen iradedir, akıl değil.

Hassas bir dönem yaşıyoruz. Küresel oyunun eşik etkisi göstereceği noktaya geldik ve oyun alanının orta yerindeyiz. Oyunun kuralları ve sınırlarıyla da oynama gücüne sahip oyuncularla karşı karşıyayız. Şimdiye kadar, bizi aşan bir “sonsuz oyun” içinde sürekli değişen bu kuralları her defasında verili kabul edip “sonlu oyunlar” oynamışız. Elimizi aça aça elimizdekinden olmuşuz. Gündemimize bakın, geleceğimizin gündemimizde nasıl bir yer tuttuğuna bir bakın… Yarın parçalanıp ortadan kalkacakmışız gibi yaşıyoruz. Aklımız kazanmaya odaklanamadığından rakibin hamlelerine göre oynuyoruz. Hamlelerimizi tasarlayamıyoruz, bugünü atlatmaya koşullanmışız. Akıl parçalanıyor…

İktidara göre değişmeyen, tutarlı ve etkili politikalarımız olamadı bir türlü. “İç güvenlik” dışında hiçbir hayati konuda politikamız yok. Enerji, bilgi ve iletişim teknolojileri, tarım, dış güvenlikte alternatif işbirlikleri, inovasyon, ihracat, KOBİ, sektörel öncelikler, finans akışının denetimi… Çünkü bu politikalara sahip olmak için ortak akla ulaşmak, uygulamak için de bu aklı ulusal irade statüsüne taşımak zorundasınız. Biz, en azından 50’li yıllardan beri aklımızı başımızdan alan bu oyunun içindeyiz. Ulusal şizofreni akut mu kronik mi, bunu zaman gösterecek… Ama küresel sonsuz oyunun ritmi uyarınca zamanın giderek daha hızlı aktığını düşünürsek, yarın 2023 zaten…

Pardon, yarın “seçim” var değil mi?


BThaber, 14 – 20 Mayıs 2007 / s:620

http://www.bthaber.com.tr/yazar_sayfalari_bireysel.phtml?yazi_id=545000145

01 Mayıs 2007

"Ne Yapmalı?"

[Yaklaşık bir yıl önce dizi halinde yayınlanan bu yazıları, tam da seçim arifesinde derli toplu bir biçimde yayınlamak yerinde olur. Belki o zaman son yazılarımdaki rahatsız ton yerine oturur....]

----------------------------------------------------------

Politikasızlık = İktidarsızlık


“Açık ekonomi” mi, “açık ekonomisi” mi? Bilgi toplumu mu, bilgi pazarı mı? Bilginin paylaşımı iktidarın paylaşımı. Paylaşılmayan iktidar iktidarsızlık...

Bu toplumda, bir bankanın hortumlandığı, batıp mezata düşmesinin yakın olduğu, bilanço ve para hareketlerinin izlenmesinden değil de yönetim sekreterlerinin sosyetik/estetik cerrah kartviziti gibi dolaşmalarından anlaşılıyorsa; tarımdan sağlığa, savunmadan finansa zorunlu yatırım ve yönetim işlerinde ufuksuzluğun ve konjonktür tutsağı politikasızlığın maliyeti toplam IMF kredilerinin on katından fazlaysa; kamu yönetimini yeniden yapılandırıp verimli kılacağız derken iş dünyası, iş gücü ve sivil toplum örgütlenmelerini de hantallaştırıp asli işlevlerini yapamaz hale getiriyorsak; yönetişimsizliğin bedeli sadece sorumluluk, şeffaflık ve hesap verebilirliği beceremememiz değil de en temel sosyo-ekonomik değer kodlarının ortadan kalkması ise; bölgesel kalkınma sağlayacağız derken, her bölgeye bir merkezi devlet şubesi açıp, toplumu bir arada tutması gereken bağları gözümüz görmüyorsa; dünyanın en büyük ekonomileri arasına gireceğiz diye kendimizi kandırırken, sürdürülemezliği politikanın yerine ikame etmeyi sürdürüp ekonomik ve insani sermayeyi harcıyorsak; bilgi ekonomisi, yani “açık ekonomi” dururken “açık ekonomisi” olmayı kendimize yediriyorsak; bilgiyi üreten, işleyen, paylaşan ve dolaşıma sokan, öğrenen topluluklar, yani bilgi toplumu olacağımıza, bilgi pazarına dönüşmeyi içimiz kaldırıyorsa; ülkeyi deniz bilip, okyanusu kurutacak bir kendini bilmezlikle kaynaklarımızı sömürmeye devam ediyorsak; ve bütün bunlardan, siyaset, ekonomi, kültür, ülkedeki her “taraf” şu ya da bu şekilde sorumluysa….

Bu cümlelerin her biri eşit ölçüde vahim bin bir örneğini sıralamak hiç zor değilse… “Ne yapmalı”? Yönetmediğimiz küresel, bölgesel, ulusal bir ajandanın içindeyiz. Kendi rolümüzü biraz olsun belirleyemezsek, ne fırsat kalacak ne rekabet avantajı. Oyuncu olmak zorundayız, oyuncak değil. Yani geleceğimizi belirleyeceği kesin alanlarda politika üretmek ve uygulamak zorundayız. Ancak tüm tarafların katılımı ve uzlaşısı ile üretilmiş politikalar uygulanabileceğinden, her taraf kendi iktidarını paylaşmak zorunda. Ağlar kurmamız gerek…

Bilginin paylaşımı iktidarın paylaşımıdır. Paylaşılmayan iktidar iktidarsızlıkla sonuçlanır.

“Ne yapmalı?”

Ey”taraf”lar, böyle davranmaya devam ederseniz, ortada kazanç da kalmayacak fayda da. Oturup anlaşın, yoksa faturayı ödemeye kimsenin gücü yetmeyecek …

Piyasa sallantısıyla yaklaşık 21 milyar dolar kayba uğradığımız, cari açık bakımından henüz kısa ve orta vadeli etkilerini ölçmesek de, yaklaşık maliyetini içimiz acıyarak hesaplayabildiğimiz zor bir haftaydı. Elbette buna “bütçesel” olmayan değerleri, yanlış oyun teorileriyle şiddete kurban ettiğimiz insani değerleri eklemiyorum. Çünkü söz konusu “matematik” kaybın kökeninde zaten bu pahalı gerilim oyunu yatıyordu. Yerine koyamayacağımız sosyal değerleri kaybettik. Hep olduğu gibi.

Daha on beş gün önce “büyük ekonomi” olacağız diye şişiniyorduk.

“Açık ekonomi” olmak yerine “açık ekonomisi” olmayı içimiz kaldırıyor işte. Ama bu durumu değiştirmek elimizde. Ekim Devrimi’nin ünlü sorusuna verilen cevapta olduğu gibi, hepimiz üzerimize düşeni yapmak zorundayız. Çünkü yapmadığımızda ne olabileceğini biliyoruz.

Oyuncak değil, oyuncu olmamız gerekiyor. Yaptığım saptamaların her birinin matematik bir karşılığı, temsil ettiği bir toplumsal “bedel” var; ama “taraflar” sorumluluklarını anlamamış olabilir diyerek, bundan sonraki birkaç bölümü bu tarafların “yapmadıklarıyla ortak oldukları günahlara” ayıracağım. Sözü dolandırmadan.

Artık “geri dönüşü olmayan” bir limandayız. Ne yaptık yaptık, bir yıl içerisinde yapmak zorundayız. Ya oyunumuzu kurar, oynarız; ya da torunlarımız arkamızdan rahmet okutur.

Bir araya gelip konuşmak ve anlaşmak zorundayız, ey taraflar! Hiç birimizin bu ülkeyi heba etmeye hakkı yok! Ey kamu sektörü ve hükümet, ey iş dünyası kuruluşları ve özel sektör, ey emek örgütleri, ey sivil toplum kuruluşları, ey akademi, ey “eğitilmişler”, ey eğitilmemiş de olsa yaşayacak başka ülkesi olmayanlar, hatta ey yabancı sermaye… Böyle davranmaya devam edersek ortada kazanç da kalmayacak fayda da… Oturup anlaşalım… Bir an önce. Yoksa doğacak maliyeti ödemeye kimsenin gücü yetmeyecek…

Bürokrasi ne yapmıyor?

Bürokrasi ülkemizde olduğu gibi geçen yüzyılın paradigmalarıyla yaşıyorsa, bilgi yönetilemez, politika yapılamaz, strateji geliştirilemez oluyor.

Gerginleşen siyasi ortam: artan toplumsal huzursuzluk; işsizlik, cari açık, enflasyon artışı ve ihracatçı sektörlerin bunalımı ile yüksek perdeden öten ekonomi alarmları. Sorumluluk “ilgili” tüm taraflarda. Ama asıl sorun taraflar arasında etkin yönetişim düzeninin kurulamamasında. Peki bu tarafların “yapmadıklarıyla ortak oldukları günahlar” neler?

Taraflardan kasıt ortada: bürokrasi ve hükümet, iş dünyası kuruluşları ve özel sektör, emek örgütleri, sivil toplum kuruluşları, akademi ve inisiyatifsiz vatandaş … İlkinden başlayalım, ama kamu sektörü ve hükümeti birbirinden ayırarak. Hükümet bürokrasinin direncinden, bürokrasi hükümetin bilinçsiz ya da kötü niyetli uygulamalarından şikayet ettiğine göre, bu ayrım doğal.

Bilinen şeyleri tekrarlamak istemiyorum, ama durum neyse onu tarif etmek lazım. Bürokrasi, artık varolmayan bir merkezi iktidar yanılsaması yaşıyor. “Kamu kaynağı”nın ulvi bir devlet malı olduğunu zannediyor. Örgütlü sivil toplum ile zoraki ve salt imaja dayalı bir ilişki kuruyor. Ulusal politikanın oluşturulmasında taraflardan sadece biri olduğunu ısrarla unutmak istiyor. Planlamayla stratejiyi, politikayla statüko yönetimini birbirine karıştırıyor. Sonuç ortada: israf ve yolsuzluk ekonomisiyle heba olan yatırımlar; aciliyet taşıyan adımların mehter yürüyüşüyle tökezletilmesi; küresel oyuncu olmanın kuralları olan açıklık, şeffaflık, uzlaşma ve kazan-kazan stratejilerine, yani yönetişim düzenine karşı direnç ve ulusal değerlerimizin, rekabet avantajlarımızın erozyonu…

Bürokrasi aslında yönetsel mekanizmanın bilgi yönetimi ihtiyacının ortaya çıkardığı bir sınıf. Ama bu sınıf ülkemizde olduğu gibi geçen yüzyılın paradigmalarıyla yaşıyorsa, bilgi yönetilemez, politika yapılamaz, strateji geliştirilemez oluyor. Bu köhnemişlik, bürokrasi piramidinin tepelerinde daha da yıkıcı oluyor. Kamu kurumlarında işine ve ülkesine bağlı, küresel gelişmeleri izlemeye ve kurumuna uyarlamaya çalışan çok sayıda başarılı genç bürokrat var. Ama bu insan kaynağı sistemin çarklarında hızla öğütülüp atıl hale getiriliyor. Bu vatana ihanete eşdeğer bir suç.

Bürokratik düzenin yeni paradigmalar karşısında hiç şansı yok. Ama eğer bu sistem dış etkenler tarafından ortadan kaldırılırsa, bıraktığı boşluk ülke yararını hiçe sayan küresel oyuncularca dolduruluyor ve olan hepimize oluyor. Yapılacak tek şey, diğer tüm tarafların bu sistemle demokratik zor kullanarak etkin bir mücadele yürütmesi. Yani sorumluluk sivil toplum başta olmak üzere tüm taraflarda…

Özel Sektör ne yapmıyor?

Özel sektör, nitelikli toplumsal sermaye ve kamusal-özel yönetişim ağı sayesinde refahın oluştuğunu bilmeli ve görevini yapmalı. Ya oyuncu ya oyuncak, ya pazarcı ya pazar…


Özel sektör, ulusal ekonominin dinamizmini tetiklemek için makro ve mikro düzeyde üzerine düşen rolü oynayamıyor.

Statüko ve konjonktür tutsağı, salt arz odaklı bir paylaşım hesabıyla yatırım yapan “karar” mercilerinin önemli kısmı; girişimci ruhu kaybetmiş; “risk” almaya yanaşmayan; küresel bilgi dolaşımını ıskalayan; inovasyonu hesaba katmayan; eğitim başta olmak üzere sosyal sorumluluklarının aslında kendi işine yatırım yapmak anlamına geldiğinin farkında olmayan; insan kaynağını kalıcı, nitelikli ve etkili hale getirmeyi “tanrılardan” bekleyen; marka yaratamayan; ar-ge yapmayan; tersine-taklit-mühendisliği bile “ithal” eden; taktik ve rantiye yatırım tuzağına batan; stratejik yatırımı kendi faaliyetinden büyük bir etkinin sinerjik parçası olarak görmekten aciz halde… İş ortamının iyileştirilmesi; küme mekanizmalarıyla KOBİ standartlarının yükseltilmesi; toplam kazan-kazan etkinliğini artırarak küresel ihracat payının büyütülmesi gibi asli konuları, günü çevirmeye koşullu kobayın avara kasnak dolabında unutmuş çoğu…

Ulusal ekonomimizin önemli bir bölümü, bilgi ekonomisi hareketleriyle oyun-etki katsayısı artarak “şansı dönen” bir iki “marka”mızın rüzgarıyla kımıldama hayalindeki atıl oyuncaklardan oluşuyor. Bilgisiz = kararsız = atıl… Oyuncu olmazsan oyuncak, pazarcı olmazsan pazar olursun…

Özel sektörümüz tüm faaliyet alanlarında ancak %10’luk bir küresel rekabet avantajı üretebiliyor. İş dünyası sektörler arası veya içi güçbirlikleri geliştiremiyor. Ne kendi içinde, ne de STK, akademi, uluslararası örgütler vb. doğal müttefikleri ile etkin bir yönetişim ağı kurabiliyor. Muhatabı olan hükümet, AB, TSK, emek örgütleri vb. düğümlerle de ağ ilişkisi geliştiremiyor; “muhatap” olamıyor.

Çünkü iş dünyası politika üretemiyor. Ulusal politikaların oluşturulması için yönetişim dinamosu olma misyonunu yerine getiremiyor. Mevcut pazarın paylaşımı ve “muhatap” bile olamadığı iktidar odaklarından gelmesi muhtemel kazancın taktik hesabından ötesine geçemiyor. Tıpkı popülerlerin oyununa arka sokaktan sızmış ezik çocuk gibi kısa sürede oyun dışı kalıyor. Her an öz kaynakları heba ediyor. Bu kaynaklar ulusal; hepimizin. Katma değer üreterek kazanan bir özel sektör, nitelikli toplumsal sermaye ve kamusal-özel yönetişim ağı sayesinde refahın oluştuğunu bilir ve üzerine düşeni yapar. Öyle değil mi?

Emek örgütleri ne yapmıyor?

Sendika, taraf olma üzerine kurulu bir örgütlenme fikri. Gerçekten taraf olmayan sendika ne işe yarar?


İşçi ve işveren örgütleri çalışma hayatının örgütlenmesinde temel yapı taşları. Emek örgütleri sanayi devriminden bu yana çeşitli aşamalardan geçmiş, etkinliklerinin içerik ve düzeyi değişmiş olsa da, üretim sürecinin onsuz edilemez parçası olmayı sürdürüyor. Küreselleşme, artan ağ etkisi ve bilgi ekonomisinin gelişmesi işgücü talebini de dönüştürerek, bilgi temelli iş kollarını istihdamın en hızlı büyüyen kesimi haline getiriyor. Yeni iş kolları ortaya çıkarken bazıları yok oluyor, çalışmanın kapsamı ve kalitesi, işyerinin coğrafi/fiziksel özellikleri, iş sözleşmelerinin doğası, gerekli beceriler ve onları kazanma yolları, çalışmanın örgütlenmesi, işçi ve işveren örgütlenmelerinin işleyişi ve etkililiği, ekonominin yeni kurallarıyla dönüşüme uğruyor.

Emek örgütleri bu değişime uyum sağladıkları ve çalışma düzenini çalışanlar lehine yönetmek için etkin taraf olma kimliğini kazandıkları ölçüde işlevsel olabilir.

Türkiye’de emek örgütlerinin bilgi ekonomisine geçiş ve bilgi toplumuna dönüşüm sürecinde kendi işlevlerine uygun rol yüklenmediği açık. Bilgi ekonomisinin dinamiklerini, özellikle de üretimde teknolojinin artan ağırlığını bir tehdit olarak algılamaları anlaşılabilir. Ama tam da bu yüzden, çalışanların haklarını korumak ve bilgi becerilerine sahip işgücünün oluşumunda taraf olarak yer almak için sürece daha etkin bir biçimde katılmaları beklenmez miydi?

Emek örgütlerimiz de, tıpkı bürokrasi gibi, geçen yüzyılın paradigmalarıyla yaşamıyor mu? Bu örgütler içinde aklı başında stratejiler öneren kesimler var, ama yönetsel mekanizmalar üzerinde etkili olamıyorlar. Sendikalar, işverenlerle istihdam üzerinde yapısal etkileri olamayacak, sadece çalışanların gelirlerinde ve kazanılmış haklarında göreli iyileşmeler için mücadele ediyorlar. Hükümet karşısındaki konumları da ya kalıcı olmayan konjonktürel düzenlemelerle ilgili, ya da özelleştirme karşıtı müdahalelerle sınırlı.

Emek güçlerinin, istihdamın değişen doğasına, işgücü eğitimine, tarım başta olmak üzere giderek atıl hale gelen niteliksiz işgücünün nitelikli hale getirilerek yeniden üretime kazandırılmasına, oluşmaya başlayan bilgi temelli işgücünün hak düzenine, küresel sermaye akışıyla dengesizleşen ekonomik sistemi rekabet avantajı yaratarak istikrara kavuşturacak ve korumasız kesimlere yönelik değer üretmesini sağlayacak stratejilere odaklanan politikalar üretmesi ve bu politikaların uygulanmasında geleneksel yaptırım güçlerini kullanması gerekmez miydi? Sendika, taraf olma üzerine kurulu bir örgütlenme fikri. Gerçekten taraf olmayan sendika ne işe yarar?

Akademi ne yapmıyor?

Akademi asli işlevine kavuşturulmazsa sonuç belli: bilgiyi yönetemediği için bilgi pazarına dönüşmüş toplum, sürekli açık vermeye mahkum, değer üretemeyen ekonomi…


Rönesans ve Aydınlanma ile ortaya çıkan ve Sanayi Devrimi sonrası bilim ve teknolojinin artan değeri ile etkinliğini artırarak bugünkü otonom yapısına kavuşan Akademi, ekonomi, siyaset ve kültür alanlarının bileşkesini temsil ettiği ölçüde işlevselleşiyor. Çünkü insani ve ekonomik kalkınmanın dinamikleri bu üç alanın etkin sinerjisiyle oluşuyor. Akademi konumu itibarıyla bu dinamizmin öncü gücünü temsil ediyor. Akademi, kalkınmanın motoru inovasyonun ateşleyicisi.

Ülkemizde inovasyon dinamiklerinin kısırlığı, bilim ve teknoloji politikalarının ataleti ve kalkınmanın sürdürülemezliği ortada olduğuna göre, Akademi’nin ne yapmadığı da açık. 60’ların sonundan bu yana siyasi gerilimlerin bedelini otonomisini kaybederek ödeyen Akademi, merkezi yönetim zaafıyla yönetilemez hale gelmiş durumda. YÖK bir akademik kuruldan çok siyasi güç odağı işlevi görüyor. Otonomisi olmayan Akademi de “olmuyor” tabii.

Bu yönetsel zaafın bedeli her alanda ortaya çıkıyor: inovasyon ve Ar-Ge jeneratörü olması gereken Akademi, bilgiyi üretip yönetecek zihinsel ve finansal kaynaklara sahip olamıyor; üniversite – sanayi işbirliği için gerekli esnek yapıyı oluşturamadığı için özel sektörle yönetişim ilişkisi geliştiremiyor, sanayiye bilgi ve nitelikli insan sermayesi transferinde bulunamıyor; küresel modellerden devşirilmiş teknopark tarzı yapılanmaları asli işlevlerini hiçe sayarak rant alanı olarak kullanıyor ve kendi bindiği dalı kesiyor; orta öğrenim sistemi ile arasındaki rasyonel geçişi sağlamak için üzerine düşeni yapmadığı gibi, eğitim kalitesini düşürerek niteliksiz insan kaynağı üretimine katkıda bulunuyor; ulusal eğitim, bilim ve teknoloji, inovasyon politikalarının tarafı olma işlevini ataleti ve etkisizliği yüzünden yerine getiremiyor; böylece bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun temel eksenlerinden biri olan “yaşamboyu öğrenim” ortamının oluşmasında en önemli taraf atıl kalıyor. Bu arada inovasyon da Akademi gibi merkezi yapılarla yönetilmeye çalışıldığı için ulusal kaynaklar heba oluyor.

Türkiye’de Akademi asli işlevine yoğunlaşacağına, siyasi konjonktürün ve giderek gerginleşen gerilim oyununun sahnesi olmaya indirgeniyor. Biz türban sorununu tartışırken, olan geleceğimize, gençlerimize, rekabet avantajlarımıza ve kalkınma kapasitemize oluyor. Beyinler göçüyor, bilgi kaçıyor, değerler eriyor.

Kamusal ve özel üniversiteler asli işlevlerine kavuşturulmaz ise sonuç belli: bilgiyi yönetemediği için bilgi pazarına dönüşmüş toplum, sürekli açık vermeye mahkum, değer üretemeyen ekonomi…

Vatandaş ne yapmıyor?

Öğrenmek, bilmek istemiyoruz. Bu durum sürsün istiyoruz sadece. Sanki yarın hiç olmayacakmış gibi davranıyoruz.


Madem bu yazıda ülkenin geleceğini hazırlaması gereken tarafların yapmadıklarıyla ortak oldukları günahları ele alıyorum, sıranın görünüşte en “masum” tarafa, yani vatandaşa gelmesi de doğal… Vatandaşın soyut bir kavram, toplumun şekilsiz bir yığın olup, ancak oyları ve örgütlendiği sivil toplum kuruluşları aracılığıyla kendisini ifade edebileceği ileri sürülerek bir “taraf” olduğu savına karşı çıkılabilir. Ancak “vatandaş inisiyatifleri”nin örgütlenmenin temelinde olduğu düşünülürse, inisiyatifsiz bir toplumun bedeli kolaylıkla anlaşılabilir.

Bir toplum atasözleriyle değerlendirilebilir. Örneğin tarihi boyunca sömürgecilikle uğraşan Latin Amerika toplumlarında atasözleri direnişin yansıması gibidir. Hiç sömürge olmamış ama hep kul statüsüne indirgenmiş toplumumuzun atasözleri ise birer atalet aynasıdır: “azıcık aşım kaygısız başım”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi.. Bazıları daha da ileri giderek statükoyu onaylar: “devletin malı deniz, yemeyen domuz” misali… Bizde atasözleri sanki birer pasifize etme aracı.

Vatandaşın ancak hak ettiği yönetimle yönetilebileceği demokrasinin başından beri dile getirilir. Ulus-devletin zaafı, temsili demokrasinin krizi ve doğrudan demokrasi arayışları vatandaş inisiyatiflerinin ulusal politikalarda giderek daha ağırlıklı olmasını sağlıyor. Ülkemizde sivil toplum kuruluşlarının rolü henüz çok yeni olduğu ve her zaman gerçek vatandaş inisiyatiflerinden kaynaklanmadığı için, çıkar grubu olma işlevleri ön plana çıkıyor ve yönetsel mekanizmaları merkezi yönetim paradigmalarını aynen yansıtıyor.

Fransız düşünürü ve eylemcisi Guy Debord, “Gösteri Toplumu” adlı başyapıtında, giderek toplumun varlığının yalan hakikatinin de gösteri haline geldiğini, bunun herkesi atıl bir seyirciler topluluğuna indirgediğini söyler. Bu durum ülkemize oldukça uyuyor. Biz de her şeyi giderek artan bir arena yamyamlığıyla izliyor, geleceğimizin kendi ellerimizde olduğunu unutuyoruz. İnisiyatif gösteremiyoruz. Medyaya bakın, ilgi duyduğumuz şeylere bir bakın. İlgimiz sansasyonel, geçici, konjonktürel durumlarla sınırlanmış. Öğrenmek, bilmek istemiyoruz. Bu durum sürsün istiyoruz sadece. Sanki yarın hiç olmayacakmış gibi davranıyoruz. Her seçimde tam bir balık hafızasıyla davranıyor, ancak gündelik ekmeğimizle oynandığında sesimizi çıkarıyoruz. Bu kadarı da bizi gerçekten “vatandaş” ve toplum yapmaya yetmiyor.

Türk toplumunu geleceği hakkında inisiyatif almaya yönlendirmek gerçekten zor, farkındayım. Çok eski bir atalet heyulasıyla boğuşmak gerekiyor. Ama içimizden bazılarının, durumun farkında olanların bunu yapmasının zamanı gelmedi mi?

Hükümet ne yapmıyor?

Geleceği yönetme hedefi olmadan bugünü yönetmeye kalkarsanız geleceği gerçekten yönetenlerin oyuncağı olursunuz.

Yaklaşık bir yıldır, hükümetin öncelikleri toplumun önceliklerinden kopmuş, hatta ters düşmüş durumda: AB süreci, ekonomik ve sosyal atılım, küresel rekabet avantajları… Şimdiye kadar hep olduğu gibi, hükümet avara kasnak bir mekaniğin tutsağı olmuş görünüyor: Seçim yaklaşıyor!

Ülkemizde hükümetin seçim kazanması hayati konularda ürettiği stratejilerin ve devraldığı ulusal politikaların başarısına değil de farklı dinamiklere bağlandığı için, her dört yılda bir bazı şeylere yeniden başlamak zorunda kalıyoruz. Hükümetler süreklilik kültüründen pay almadıkları için, geleceğimizi ilgilendiren ve ulusal seferberlik gerektiren konularda atıl kalıyor. Hükümetin meşruiyet nedeni, yani gelecek yönetiminin yerini ideolojik kavga veya bir grubun çıkarı alıyor. Hükümetin işlevi ise sürdürülemez statükoyu koruma karşılığında siyasi rant elde etme mücadelesine indirgeniyor.

Hükümetler, sosyo-ekonomik yönlendirme etkilerini gösterebilmek için iktidarı paylaşmak zorunda. Toplumun çeşitli eksenlerini temsil etme yeteneği olan örgütlü güçlerle girilen bu paylaşım ilişkisi etkin bir yönetişim düzenine evrildiği ölçüde ulusal güçbirliğine dönüşür ve hayati atılımlar bu güç olmaksızın gerçekleştirilemez. Bizde hükümetler iktidarlarını toplumun örgütlü kesimleriyle değil, ulusal faydayı temsil ettiği müphem bir merkezi yönetim makinesiyle paylaşıyor.

Uluslararası ve bölgesel ilişkilerden makro ekonomiye, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna dönüşmekten sosyal adaleti sağlamaya, inovasyondan kriz yönetimine, hayati konularda üretilen stratejiler süreklilik sağlanamadığı için ulusal politikaya dönüşemiyor. Hükümetlerin “eylem planları”na olan merakı da buradan geliyor: politika olmadan stratejik planlama yanılsaması yaratmak için bire bir! Durumu kurtarmakla yetiniyor ve aslında kaybediyoruz.

Bizler, özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerine yakın olanlar, yıllardır hükümetlerin bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu hedeflerini yeterince önemsemediğinden yakındık. Yanıldığımız nokta şuydu: hükümetler aslında öncelik verir göründükleri dış politika, makro ekonomik istikrar, sürdürülebilir büyüme gibi konuları da yönetmiyorlar. Geleceği yönetme hedefi olmadan bugünü yönetmeye kalkarsanız geleceği gerçekten yönetenlerin oyuncağı olursunuz.

Sivil toplum kuruluşları ne yapmıyor?

Politikasızlığın boşluğunu “eylem planları”yla doldurmaya çalışan hükümet ve bürokrasi gibi, STK’larımız da etkisizliğin avuntusunu projelerde, zirvelerde, şuralarda arıyor.


Şimdiye kadar sırasıyla bürokrasi, özel sektör, emek örgütleri, akademi, vatandaş ve hükümetin ne yapmadığını ele aldım. Sıra konumu itibarıyla kritik önem taşıyan tarafa geldi: sivil toplum kuruluşları…

Ekonominin küreselleşmesi, ulus-devletin etkinliğinin azalması ve temsili demokrasinin meşruiyet krizi sivil toplumun yönetsel süreçlerde giderek daha büyük bir rol oynaması sonucunu doğurdu. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimiyle toplumların giderek ağ biçimi yapılanmalara evrildiği, bilginin paylaşımının iktidarın paylaşımı anlamına geldiği bir çağda, sivil toplum kuruluşları (STK) farklı toplumsal kesimlerin örgütlenmesinin, dolayısıyla da demokratik katılımın asli öznesi haline geldiler. Bu katılım, özellikle “politika alanı” için olmazsa olmaz bir koşula dönüştü. Bugün ulusal politikaların oluşturulması ve başarısında, iş dünyasından işgücüne, tüketicilerden hizmet sağlayıcılara, eğiticilerden öğrencilere toplumu kuran farklı kesimleri temsil eden STK’ların rolü belirleyici oluyor. Daha doğrusu, “olmalı”!

Ülkemizde merkezi yönetsel paradigmaların hakimiyeti dolayısıyla sivil toplum alanı yeterli bir gelişme dinamiği yakalamakta gecikti. Ekonomik ya da sosyal alanlarda faaliyet gösteren STK’lar, çoğunlukla kendi yönetsel mekanizmalarında merkezi yönetim paradigmasını yansılayıp işlevsiz kaldılar. STK’ların birer “çıkar grubu” olması doğaldır; ancak bu STK’lar yönetimle ilişkilerinde konjonktürel bir paylaşıma girmeyi yeğleyip söz konusu “çıkar”ı sürdürülebilir faydaya dönüştürmeyi başaramadılar. En temel işlevleri bilgi akışını yöneterek, görüşlerini yeterli iletişim düzeyine taşıyarak temsil ettikleri kesimlerin demokratik katılımını sağlamak, yani “izleme ve baskı grubu” kurmak olan STK’lar, hükümetler ve bürokrasiyle aralarındaki konjonktürel “çıkar ilişkisi” nedeniyle bu işlevi yerine getirmekte zorlandılar. Bunun doğal sonucu ise, ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulması sürecinin bir yönetişim düzenine dönüştürülmesinde etkisiz kalmaları oldu. Kamu yönetiminde STK katılımı bir imaj operasyonuna indirgendi. Politikasızlığın boşluğunu “eylem planları”yla doldurmaya çalışan hükümet ve bürokrasi gibi, STK’larımız da katılımsızlığın ve etkisizliğin avuntusunu projelerde, raporlarda, zirvelerde, şuralarda arıyor. Ama olmuyor işte!

Peki ne yapmalı?

Bilgiyi ve iktidarı paylaşmadan, gerçek bir yönetişim düzenine geçmeden ülkenin geleceğini kuramazsınız.

Katma değer üreterek rekabet avantajı sağlamak, insani ve ekonomik kalkınmayı demokratik ve adil paylaşım temelinde sürdürülebilir kılmak için, bilgi ekonomisine geçiş ve bilgi toplumuna dönüşüm hedeflerine yönelik olarak Türkiye’nin seferberlik içine girmesinden sorumlu tarafların ne yapmadıkları üzerinde duruyorum bir süredir… Çünkü, hükümet, bürokrasi ve kamu sektörünün, özel sektör ve kuruluşlarının, emek örgütlerinin, akademinin, STKların ve inisiyatif gösteremeyen vatandaşın yapmadıkları, yapmaları gerekenin ne olduğunu ortaya koyuyor. Diziyi birlikte yapmaları gerekeni vurgulayarak kapatmak yerinde olacak.

Öncelikle bu kesimlerin kendi kurumsal yapılarında merkezi güç yanılsamasından kurtulup, faaliyet alanlarına özgü bir yönetişim modelini uygulama niyetini göstermeleri gerekiyor ki, diğer taraflarla meşru bir paydaşlık ilişkisine girebilsinler. Sonra tümü etkin ve geniş bir uzlaşma çerçevesinde olmak üzere; şimdiye kadar şu ya da bu kesim tarafından üretilmiş ancak üzerinde uzlaşılamadığı için raf ömrünü doldurmuş politika, strateji, eylem planlarından kurtulup, öncelikli hedefleri konumlayan gerçek bir ulusal politika oluşturmaları; sonra bu politikayı küresel koşullara uyumlu bir yol haritasına dönüştürecek stratejiyi belirlemeleri; sonra farklı kesimler ve hedefler bağlamında ayrımlaştırılmış stratejik sürecin koordinasyon ve uygulama düzeneğini yönetişim temelinde ve meşru bir zeminde kurmaları; sonra strateji bağlamında önceliklendirilmiş projelerin hayata geçirilmesine yönelik eylem planını, fizibilite ve risk analizi çalışmalarıyla birlikte oluşturmaları; daha sonra, küresel, bölgesel ve ulusal koşulların değerlendirilmesi ve politika doğrultusunda projeksiyonlar yapılmasıyla bu sürecin denetlenmesi ve iyileştirilmesi için katılımcı bir üst yapıyı kurmaları; bununla da yetinmeyip, STK ve akademi katılımlı bağımsız izleme mekanizmaları kurgulamaları gerekiyor.

Bu sürecin atılıma dönüşmesinin koşulu, etkin katılım, şeffaf yönetim, adil paylaşım ve en geniş uzlaşma zemini… Yani bilgiyi ve iktidarı paylaşmadan, gerçek bir yönetişim düzenine geçmeden ülkenin geleceğini kuramazsınız. Evet, yeni bir “Ulusal Seferberlik”, bunun için de meşru ve bağlayıcı bir “Ulusal Sözleşme” gerekiyor!

Yazı Dizisi:

BThaber, Haftalık Bilgi Teknolojileri Gazetesi

15 - 21 Mayıs 2006 / s:570
29 Mayıs - 4 Haziran 2006 / s:572
12 - 18 Haziran 2006 / s:574
26 Haziran - 2 Temmuz 2006 / s:576
10 - 16 Temmuz 2006 / s:578
24 - 30 Temmuz 2006 / s:580
7 - 13 Ağustos 2006 / s:582
21 - 27 Ağustos 2006 / s:584
18 - 24 Eylül 2006 / s:588
2 -8 Ekim 2006 / s:590

İçine kapanan ülke

Bilgi toplumu, bilgi ekonomisi, inovasyon, ulusal rekabet avantajı gibi konuları ülkenin derinleşen demokrasi krizinden soyutlayarak konuşmak artık imkansız.

Türkiye bir süredir giderek içine kapanan bir ülke portresi çiziyor. Toplumsal gündem geleceğimizin yaratılmasına değil, bölünme paranoyasına, kimlik bunalımlarına, yabancı düşmanlığına, otorite arayışına, ideolojik çatışmalara, etnik kamplaşmaya, milliyetçi hezeyanlara teslim olmuş durumda. Ekim 2005’te AB müzakere sürecinin kesintiye uğramasıyla başlayan bu içe kapanma, Kuzey Irak’ta gelişen konjonktür, Şemdinli olayları, 301. madde ve hukukun erozyonu, Hrant Dink cinayeti, Malatya vahşeti, Nokta dergisinin kapanması ve her iki taraf için de demokrasi ayıbı olan son Cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi birbiriyle bağlantılı adımlarla derinleşiyor. Bu karanlık, ülkenin hemen hemen tüm hayati sorunlarıyla ilgili mevcut politikasızlık zafiyetiyle birleşince, ortalık sansürcü yasa tasarılarından, otoriter kurumsallaşma planlarından, merkeziyetçi yönetim hayallerinden geçilmiyor. Türkiye artık Suudi Arabistan, Çin, Kuzey Kore gibi ülkelerle aynı kampta anılıyor. “Hukuk devleti” bir yanılsamadan ibaret. Demokratik bir ülke olmadığımız ve iktidar kimde olursa olsun devlet mekanizmasının demokratikleşmeye tahammülünün olmadığı açık.
Böyle bir ortamda bilgi toplumundan, bilgi ekonomisinden, inovasyondan, ulusal rekabet avantajı yaratmaktan ve geleceği yönetmekten söz etmek zor elbette. Daha doğrusu, bu konuları ülkenin demokrasi krizinden soyutlayarak ele almak artık imkansız. Türkiye’de baskın yönetim eğilimi, her zaman kalkınma ve demokrasiyi birbirinden soyutlamaya, ekonomiyi siyasetten koparmaya, politika ve stratejiyi taktik akıla indirgemeye ve konjonktürün dönme dolabında günü kurtarmaya çalıştı. Bu yöntem işlemiyor ve mevcut küresel bağlamda işlemesine de imkan yok. Şimdi bu yönetsel hayal kırıklığının en tehlikeli evresini yaşıyoruz: ülkeyi içine kapatıp, her türlü aykırı sesi baskı ve şiddetle susturup, kitlesel paranoyaları tetikleyerek yönetme hayali kurmak… Küresel konjonktür bu “yönetimi” gerçekten de hayali kılacağı için de, ortaya çıkan yönetsel boşluğu kimlerin dolduracağı öngörülebilir. Bağımsızlığın ve egemenliğin kaybı asıl böyle başlar: hayali iktidarını kendi halkıyla paylaşmaktan başka korkusu olmayan iktidarsızların ülkenin yönetimini küresel askeri-endüstriyel güç odaklarına bırakmasıyla…
“Rejim” değil ama ülke gerçekten de “ağır bir tehdit” altında. Ama tehdit algımız yanlış. Geleceğimizi ipotek altına alan asıl tehdit, kitlesel ataletimiz ve ezeli ergenliğimizle besleyip büyüttüğümüz otoriter baba figürünün ta kendisi…

BThaber, 30 Nisan - 6 Mayıs 2007 / s:618