21 Haziran 2007

Sansür ve Cumhurbaşkanı

"İnternet içerikleriyle ilgili düzenlemenin bulunmaması kuşkusuz bir kaos yaratmıştır. Ancak, internetin gücü bu kaostan kaynaklandığı gibi, Anayasa'nın koruduğu düşünceyi açıklama hürriyetimiz de bu kaosa dayanmaktadır."


Nur topu gibi bir sansür yasamız oldu! "İnternet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesi ve bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesi hakkında kanun tasarısı", TBMM'de 04.05.2007 tarihinde 5651 no ile kabul edilerek yasalaştı ve Cumhurbaşkanı tarafından da onaylanarak yürürlüğe girdi. Aynı Cumhurbaşkanı, 18.06.2001 tarihinde internet ile ilgili düzenlemeleri de kapsayan RTÜK yasasını veto ederken şu gerekçeyi öne sürmüştü: "İletişim teknolojisinde bir devrim niteliğindeki internet yayıncılığının en baskın yönü, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün, özgün kanaat oluşumunun günümüzdeki en etkin kullanım alanı olmasıdır. İnternet ortamındaki yayıncılıkta; hukukun üstün kılınması, kişilik haklarının korunması ve bunun yanında da yayın yoluyla düşünce ve ifade özgürlüğü gibi duyarlı alanların dengelenmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlar ancak, ifade özgürlüğü esas alınarak ve yayınlar üzerindeki denetim yargıya bırakılarak sağlanabilir. Dolayısıyla, internet yayıncılığına ilişkin ilkelerin ve öteki düzenlemelerin özel bir yasa ile yapılması en doğru yol olacaktır. Bu yola gidilmeyerek, yayınların düzenlenmesinin tümüyle kamu otoritelerinin takdirine bırakılması ve Basın Yasası'na bağlı kılınması internet yayıncılığının özelliği ile bağdaşmamaktadır."

Mevcut yasa internetin sansür edilmesi bakımından, özellikle yargı denetiminden bağımsız bir sansür kurulu oluşturulması, anayasaya aykırı olarak internet erişiminin genel olarak filtrelenmesi gibi konularda RTÜK yasasından çok daha ağır hükümler içeriyor. Peki, ne değişti de 2001'de tavrını hukuk devletinden yana koyan Cumhurbaşkanımız bu yasayı veto etmedi? Demokrasiyi cumhuriyet için tehdit olarak algılamak, iktidarın erozyonuyla açıklanabilir belki de. Şu sıralar Cumhurbaşkanının bir beş yıl daha görevde kalması tartışılıyor. Belki de tam tersine bu süreyi azaltmak gerekiyordur…

Bizimkine çok benzeyen bir yasa, "İletişim edep yasası" adıyla ABD'de 1996'da çıkarılmıştı. Sivil toplum kuruluşlarının yoğun çabaları sonucu yasa 1997 yılında Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı bulunarak iptal edildi. Yargıç Dalzell'in gerekçesi bu alanda bir ilke oluşturmaktaydı: "Bir kitle iletişim aracı olarak internetin, hükümetin müdahalesine karşı en büyük korumaya ihtiyacı vardır. İnternet içerikleriyle ilgili düzenlemenin bulunmaması kuşkusuz bir kaos yaratmıştır. Ancak, internetin gücü bu kaostan kaynaklandığı gibi, Anayasa'nın koruduğu düşünceyi açıklama hürriyetimiz de bu kaosa dayanmaktadır."

Sansür yasamız için acilen Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılması gerekiyor. Bu mekanizmayı işletmek için öncelikli görev de bilişim STK'larımıza düşüyor.

BThaber, 11 - 17 Haziran 2007 / s:624

06 Haziran 2007

Bağlam-a

Kesinti, kopma, hatta durma hareketi, momentum bakımından sıçrama ve/veya “aşma” hareketi için bir gerekliliktir. Fiziksel olduğu kadar zihinsel hareket için de geçerlidir bu.

Bu “blog”, arada sırada arşiv dönüşleriyle kesilse de haftalık bilgi teknolojileri dergisi BThaber’deki köşemde on beş günde bir (çift sayılar) düzenli olarak yayınlanan ve daha önce Express, Domus M, Kitaplık, Aries, Est&Non, Mobimag, Gelecex vb. dergilerde yayınlanmış yazılardan oluşuyor. Bu yayın, pek belli etmese de, bir “senaryo”yu takip ediyor.

Niçin “senaryo” da mesela “kurgu”, “dizi”, “hiyerarşi” vb. değil? Çünkü dayanaklarımdan biri (hem yazarken, hem de iletirken) “oyun teorisi” de ondan…

BThaber yazıları, kendi içinde zaten açık seçik olarak izlenebilecek bir senaryoyu takip ediyor. Bu blog’da çoğu zaman “flashback”lerle, ender olarak da doğrudan, anlık yazılarla yaptığım “kesinti”ler ise aslında “bağlama”…

Yani bağlam temelinde gelişen bir ilişkilendirme, bağlantılama, dokuma, örme hareketinin “durak”ları…

Gerek blog’un tepeliğindeki “TAZ” (temporary autonomous zone) referansı ve alt başlıkta farklı alanların (“platolar”, yaylalar, düzlemler) “arası”na işaret eden “göçebebilgi” vurgusu, gerekse yan açıklama ve “editorial” yazısındaki kavramların mekaniği bu “ağ yapısı”nı açığa vuruyor zaten.

“Flashback”lerin bir işlevi de şimdiki zamanın hareketinde kopma, dolayısıyla da sıçramalar yaratırken hafızaya kısa devre yaptırmaktır ve bu çok hayırlıdır. Çünkü (sosyal) hafıza kesikli ve boşluklu bir harekete sahiptir. Yazıların dil coğrafyası Türkiye, özellikle sosyal hafıza fakiri olduğundan, bu kısa vadeli dönüşler belki biraz daha anlamlı olabilir diye umuyorum. Gerçi bu coğrafyada “ummak” ve “unutmak” neredeyse eşanlamlı fiiller haline geliyor, ama olsun…

Kesinti, kopma, hatta durma hareketi, momentum bakımından sıçrama ve/veya “aşma” hareketi için bir gerekliliktir. Fiziksel olduğu kadar zihinsel hareket için de geçerlidir bu.

Bu yüzden durup, soğuyup, sakinleşip, belki biraz gerileyerek güç alıp içinde bulunduğumuz durumu değerlendirmemiz gerek. Bu blog’da ve diğer yayınlarımda yapmaya çalıştığım şey bu “değerlendirme” (karşılaştırma, ölçüp biçme, analiz etme, küresel oyuncularca oynanan çoklu senaryolara uyanarak hamleleri konumlama vb.) eylemine kışkırtmak.

En kötü ihtimalle de “kayıt tutmak”…

Ama bu kaydı tarihsel bir veri olarak okuyacakların artık TC vatandaşı olmayacak olması ihtimalinin yüksekliği, bu son ihtimali gerçekten de “en kötü” kılıyor.

Ülke, bizler, hepimiz bir “atalet” döngüsünün içindeyiz. Boşuna çalışan bir motor gibi hem enerji (kaynak, değer, miras vb.) tüketiyor hem de hepimize ve her birimize fayda sağlayacak her hangi bir hareket üretmiyoruz. Avara kasnak…

“Ulusal” gelecek tasarımımız, senaryolarımız, politikalarımız, stratejilerimiz, (eylem) planlarımız, seçeneklerimiz yok. Hem de hiçbir hayati konuda. Enerji, dış ticaret, eğitim, kültür, istihdam, tarım-turizm-yan sanayi-bilişim-telekom, KOBİ, bilim-teknoloji-inovasyon, bilgi (tasarımı, yönetimi, ele geçirilmesi, iletimi, paylaşımı ve kullanımı, yani ekonomisi) ve iletişim, para ve değer (yönetimi ve paylaşımı), hukuk (adalet), kamu (yöneti-şi-mi) vb.

Güvenlik, dış ilişkiler ve makro ekonomi politikalarımız var sanıyoruz, ama maalesef yukarıdaki hayati alanlarla ilişkilendirilmemiş ve koordineli olarak yürütülmeyen bir güvenlik, dış ilişkiler ve makro ekonomi politikası, içinde bulunduğumuz küresel gerilim ortamında pek işe yaramıyor.

Nitekim bunun sonuçlarını artık gün be gün yaşıyoruz. Bir yanda Kuzey Irak duvarı, ABD ve AB ilişkilerindeki çıkmaz, öte yanda “ayrılıkçı” veya “milliyetçi” iç terör, beri yanda hukuk devleti krizi ve siyasi kamplaşma derken, ne küresel ve bölgesel arenada etkili bir varlık gösterebiliyoruz ne de içerde etkili bir atılım hamlesiyle elimizi (değerlerimizi, rekabet avantajlarımızı) güçlendirebiliyoruz.

Sıcak para hareketleri ve kullanılamayan rekabet avantajlarıyla (maddi ve gayri-maddi) ulusal değerlerimiz sürekli bir sızıntı halinde dışarıya kaçıyor. Her bakımdan yoksullaşıyoruz.

Her alanda boşluklar oluşuyor ve yönetsel değeri olan herhangi bir boşluğun başka (ve genellikle küresel) oyuncular tarafından doldurulduğunu hem biliyor hem de tecrübe ediyoruz. Bu boşluklar hukuk mekanizmalarında ve demokratik seçim sistemlerinde ortaya çıktığında çok daha pahalıya mal oluyor.

Oyun teorisinde “sonlu” ve sonsuz” oyunlar vardır. Sonlu oyunlar kısa vadeli hedeflerle sınırlı bir oyun alanında pek de öncelikli olmayan kazanımlar için oynanır. Bu yüzden aslında her sonlu oyuncu, başka oyuncuların dinamik hedeflerle esnek oyun alanlarında oynadığı sonsuz oyunların oyuncağıdır.

Bizi yönettiği yanılsamasına sahip olanlar hala sonlu oyunlarla kendini kandırırken, bizlerin artık, şimdi ve burada bu kâbustan uyanması şart. Biz uyanırsak onlar da uyanır…

Çünkü artık sonlu oyunlarımızın avara kasnak ataletinin doğurduğu sonuçlar hayatiyet bakımından eşik sınırında. Bu sonuçlar bizi geri dönüşsüz bir biçimde bir toplum olmaktan çıkarabilir. O zaman ortada tartışacak ne “ulus”, ne “cumhuriyet”, ne “vatan” ne de “din” kalır.

Zamanın gördüğü sayısız çıkmaz ve tükenişten biri daha geçer tarihe.

Yani “zaman” kalmadı… Tam zamanı…

03 Haziran 2007

Geleceği seçmek…

Hala cumhuriyeti nasıl ve kimlerden koruyacağımızı tartışıyorsak, demokrasiyi cumhuriyetin hedefi değil de tehdidi olarak görebiliyorsak, ortada çok ciddi bir sorun var demektir.

Seçim döngüsüne girdik. Her zamanki gibi, maliyetli ve verimsiz, avara kasnak bir hareketle kendimizi ve kaderimizi birilerine teslim edeceğiz.

Bildik siyasi figürler, sanki günahları sıfırlanmışçasına karşımıza çıkıp kerameti kendinden menkul vatan kurtarıcıları sıfatıyla sosyal amnezimize hitap edecekler. Şizo-muhafazakarlar, daha “yeni” demokrat olmuşlar, birleşik “sosyal” statükocular, “vatan” seviciler, etnik sentetikler… Bir yanda cumhur cepheciler, diğer yanda ulvi sermayeciler…

Seçeneklerimizi konumlayan söylemlerin fiilleri seçim dili gereği gelecek zamanla çekiliyor, ama bu gelecek halkın değil iktidarın geleceği… Korku fabrikatörlerinin geleceği…

Seçimin bizim geleceğimize dair olması gerekmiyor mu? Gelecek korkularımız arasında seçim yapıyorsak, seçtiğimiz seçeneksizlik değil mi? Gelecekte nasıl bir toplum, nasıl bir yaşam kalitesi, nasıl bir refah paylaşımı, nasıl bir kalkınma istediğimizi değil de, nasıl hayatta kalacağımızı, bunun için özgürlük, adalet ve bağımsızlıktan ne kadar taviz vermemiz gerektiğini konuşuyorsak, aslında neyi seçiyoruz? Enerjimizi ve irademizi temsil edecek bir iktidarı mı? İktidarı ödünç verdiklerimizin bizi (en çok da bizden) nasıl koruyacaklarına göre oy veriyorsak, seçim yapmış sayılır mıyız?

Demokrasinin, dolaylı, dolayısıyla da sorunlu temsiliyet mekanizmasıyla, sınamaya odaklı seçim sistemiyle, kalıcı bürokratik aygıtlarıyla, hukuk devleti kurallarıyla ve sivil kurumsallaşmayla aradığı şey, ortak faydaya odaklı ortak aklın işlerliğidir. Bu yüzden hayati alanlarda üretilen politikalar seçimlerin temel seçeneklerini konumlayan ana çizgiler olarak algılanır. Demokrasilerde elbette…

Tek partili dönemin bitişinden beri hala cumhuriyeti nasıl ve kimlerden koruyacağımızı tartışıyorsak, demokrasiyi cumhuriyetin hedefi değil de tehdidi olarak görebiliyorsak, ortada çok ciddi bir sorun var demektir.

İktidar partisinin katılıma kapalı karar verme ve strateji üretme mekanizmaları yüzünden hiç de şaşırtıcı olmayan son sansür girişimleriyle (*) taçlandırdığı “politika”larının dışında, hangi partinin bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi, inovasyon ve bilim-teknoloji politikasını biliyoruz? Bu politikalar seçimimizde ne kadar rol oynayacak? Bunu bir düşünün. Sonra kendinize ve geleceğe ne kadar inandığınızı sorgulayın.

----------------------------------------------------------
(*) Cumhurbaşkanı'nın onaylamasıyla yasa (Ulaştırma Bakanlığı internet yasası) yürürlüğe girdi. Dolayısıyla "girişim" sözcüğünü "mekanizmalar" sözcüğü ile değiştirmek uygun olur. Türkiye'nin küresel ligi belli artık: Suudi Arabistan, İran, Çin ekseninde yer alıyoruz...


BThaber, 28 Mayıs – 3 Haziran 2007 / s:622
http://www.bthaber.com.tr/yazar_sayfalari_bireysel.phtml?yazi_id=545000292