25 Ağustos 2008

Oyunun Kuralı - "Kriz" mi, "dönüşüm" mü?

Belki de bu kriz bir "kriz" değil de, bir "paradigma dönüşümü"nün işareti.Oyunun kuralları değişiyor. Paradigma dönüşümü başladı ve durdurulamaz.

Küresel kriz ivmelenerek sürüyor. Bunu "resesyon", "büyük enflasyon", "küresel finansal kriz" olarak adlandıran da var, "kriz" deyip geçen de… 1980'lerde ve 1990'larda daha çok çevre ülkelerini etkileyen krizlerin tersine bu kriz "merkez"de patladı ve oradan küreye yayılıyor. Dolayısıyla "sistemik" olma ihtimali büyük. Bu bakımdan 1929 "Büyük Buhran"ıyla karşılaştırılıyor. Ama bana daha çok birer "değişim işareti" olan 1855 veya 1973 krizlerini çağrıştırıyor. İlki III. Napolyon döneminin sonunu getirip 3. Cumhuriyet'in kuruluşuyla sonuçlanmıştı; ikincisi ise ölçek ekonomilerinin çöküşünü başlatıp bir yanda finans piyasalarını küreselleştirmiş, diğer yanda da bilgi ve iletişim teknolojilerinin (BİT) ekonomik yükselişini tetiklemişti. Yalnızca ekonomik değil, hem siyasi hem de hukuki birer dönüşüm anıydılar.

Belki de bu kriz bir "kriz" değil de, bir "paradigma dönüşümü"nün işareti. Böyle okursak, yaşadığımız dönüşümü 1929 koşullarına benzetmekten çok, 1970'lerde başlayan ve 1988 kriziyle olgunlaşan (yönetişim ilkeleri) bir sürecin zirve noktası olarak görmek mümkün. Bu "kriz", bırakın "finansal" terimini, "ekonomi" kavramının bile içine sığdırılamayacak bir dönüşümün göstergesi. 1973 krizi sonrası verimliliği düşen ve kârlılığı azalan "eski" ekonomiyi bugüne taşıyan yeni küresel finansal sistem olmuştu. Şimdi bu operasyonu gerçekleştirirken zehirlenmesinin bedelini ödüyor. Reel sektörde 1990'larda bilgi ekonomisi paradigmasına doğru yaşanan dönüşümün bir benzeri bugün finansal sistemde yaşanmaya başlıyor. Spekülatif hareketlerle kredi bollaşması yaratan "finansal mimariler" ve risk gizleyen "finansal mühendislik" çöküyor. Askeri-endüstriyel kompleksler için yapıldığı gibi (karşılıksız para/silahlanma döngüsü), şimdilik dev finans kuruluşları da vergi mükelleflerinin hesabına devlet fonlarıyla payandalanıyor (karşılıksız para/spekülatif kârlılık döngüsü). Kimilerini "yeni devlet kapitalizmi geliyor" diye sevindiren bu süreç bir "geçiş dönemi"nden ibaret ve ahlaki çöküntü yaratan müdahaleler sistemi kurtarmaya yetmeyecek. Oyunun kuralları değişiyor. Paradigma dönüşümü başladı ve durdurulamaz.

BThaber, s:684, 18-24 Ağustos 2008

11 Ağustos 2008

Oyunun Kuralı - Politika şart!

2007 yılına kadar ivmelenerek süren büyüme süreci aslında politikaların sonucu değil. Politikasızlık, özellikle de mikroekonomik politikasızlık konjonktürel kaosla birleşince düşüşe geçmemiz de bu sonucu gösteriyor.

OECD'nin son Türkiye Raporu 17 Temmuz'da açıklandı (www.oecd.org/eco/surveys/turkey). Bu raporları şimdiye kadar "imajı bozmadan" geçiştirilmesi gereken sıkıntılar olarak görür, politika önerilerini de kafa sallayarak geçiştirirdik. Bu sefer böyle bir lüksümüz yok gibi görünüyor! Rapor, büyüme hızındaki yavaşlamanın zayıflayan rekabet gücü verimlilik dönüşümüyle artırılmadan çözülemeyeceğini, bunun da uygun makroekonomik politikalar dönüştürücü bir mikroekonomik çerçeve ile desteklenmeden mümkün olamayacağını vurguluyor.

Türkiye politika özürlü bir ülke. Kur-faiz-borsa denkleminde kıvranan bir para politikasıyla dış borç çevrimine koşullanmayı "makroekonomik politika" belleyen bir yönetime alıştık. 2001 krizinden sonra gündeme gelen makroekonomik reformlar, ivme kazanan AB süreci içinde sektörlerin küresel entegrasyonuyla desteklenmeseydi bugünleri göremezdik. Yani 2007 yılına kadar ivmelenerek süren büyüme süreci aslında politikaların sonucu değil. Politikasızlık, özellikle de mikroekonomik politikasızlık konjonktürel kaosla birleşince düşüşe geçmemiz de bu sonucu gösteriyor.

Rapora göre Türkiye emek yoğun sektörlerde rekabet gücünü kaybederken, ithal girdi kullanan sermaye yoğun sektörlerde nispeten iyi durumda. Bu denklemin sonucu, dış ticaret açığının artışı, işsizlikte patlama, yüksek enflasyon ve büyüme sürecinin kesilmesi. Yani, Türkiye'nin makroekonomik çerçeveyi siyasete kurban vermemesi için kamu mali sistemini şeffaflaştırması; Merkez Bankası'nın bağımsızlığına dokunmaması; iş yapma maliyetini düşürecek, girişimciliği destekleyecek bir hukuki düzen oluşturması; kayıtdışı ekonomiyi modern işletmeler yaratacak bir biçimde dönüştürecek, rekabet gücüne ve verimliliğe odaklı, yani inovasyon ve bilgi ekonomisi paradigmasına uygun bir mikroekonomik çerçeveyi ekonominin kalıcı gündemi kılması; ve kaliteli eğitime kaynak ayırarak işgücünü nitelikli hale getirmesi gerekiyor. Bütün bunlar politikasız olmayacak ve bu politikaların ekonomik ve "siyasal" bedeli var! Bu bedeli ödemekten çekinmeyecek bir iktidar var mı? Daha da vahimi: bir "iktidar" var mı?

BThaber, s:682, 4 - 10 Ağustos 2008

02 Ağustos 2008

Oyunun Kuralı - Hukuk ve mantık

Umarım, "vesayet altına" alamayacağımız, yani Türkiye dışından yayın yapan tüm internet sitelerine erişim engellenir! Böylece medyatik ve küresel bir sorunumuz olur da, belki hukukla mantık arasındaki bağı kurarız.

5651 sayılı internet yayıncılığı kanununda internete açık hizmet ve içerikleri barındıran sistemleri sağlayan, işleten gerçek veya tüzel kişiler "yer sağlayıcı" olarak tanımlanıyor. Bu "teknik" tanım, ilgili yönetmeliklerde yer sağlayıcılara Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'ndan (TİB) faaliyet belgesi alması zorunluluğu getirilince hiç de teknik olmayan bir soruna dönüşüyor. Yapılan açıklamaya göre başvuru süresi 24 Temmuz'da doluyormuş ve bu belgeyi almayanların "web sayfalarının internet erişimleri durdurulacak"mış!

Artık internet sansürünün kod adı haline gelmiş olan 5651'i savunmak ve "youtube" gibi medyatik sıkıntılardan kurtulmak için gerek Ulaştırma Bakanı gerekse TİB sözcüleri konuyu bu faaliyet belgesi ile "milli ekonomi"ye bağlamaya çalışıyor: "Adamlar bu ülkede yayın yapıp para kazanıyor, ama buranın kanunlarına uymuyor, kayıtsız kazanç elde ediyor; diğer ülkelerde hem bu belgeyi alıyor, hem de onların dilinde içerik sağlıyor" (Ulaştırma Bakanı'nın açıklaması, Chip dergisi, 06/ 2006, sf. 30). Yer sağlayıcılar "fiziksel olarak yerleşik oldukları" ülkenin yasalarına tabidir. Küresel şirketlerde bu "fiziksel" mevcudiyet birden fazla ülkeye yayılabilir. Yayınlarının ulaştığı her noktanın bin türlü hukuki mevzuatına da tabi olmaları gerektiği fikri ancak bizim aklımıza gelir! Nitekim ne 5651 gibi bir düzenleme ne de tüm yer sağlayıcılara kayıt zorunluluğu bizden başka hiçbir ülkede yok! Dolayısıyla "adamların" diğer ülkelerde bizimki gibi bir faaliyet belgesi falan aldıkları da yok. Sadece kuruldukları ülke dışında bir başka ülkede de "fiziksel" faaliyet gösteriyorlarsa bunun gereğini yerine getiriyorlar.

Bu "benden sorulur" tavrının internet söz konusu olduğunda sökmeyeceği açık. Bakalım 24 Temmuz'da ne olacak? Umarım, "vesayet altına" alamayacağımız, yani Türkiye dışından yayın yapan tüm internet sitelerine erişim engellenir! Böylece medyatik ve küresel bir sorunumuz olur da, belki hukukla mantık arasındaki bağı kurarız. Ama herhalde hukuku "delip" zaman kazanacaklar! Hukuk mantığını kaybetti mi delik deşik olmaya mahkûmdur…

BThaber, s:680, 21-27 Temmuz 2008