Ey siyasetçiler! İnternete şimdi ilgi göstermezseniz, sonra müzik, yayıncılık ve medya sektörüyle aynı duruma düşeceksiniz. “Ürünlerimiz niye satmıyor, niçin battık” diye soracaksınız kendinize.
Türkiye’de İnternet Konferansı’nın 14.sünü de ardımızda bıraktık. İnternet yasaklarını konuştuk bol bol. İnternet ve siyaset oturumuna davetli oldukları halde siyasilerimiz gelmedi. Konuşmamda geleneksel siyasetçilere şöyle seslendim gıyaben: İnternete şimdi ilgi göstermezseniz, sonra müzik, yayıncılık ve medya sektörüyle aynı duruma düşeceksiniz. “Ürünlerimiz niye satmıyor, niçin battık” diye soracaksınız kendinize. Onların yaptığı gibi interneti ketlemenin çarelerini arayarak anakronik hale geleceksiniz. Gerçi siz interneti denetleyebileceğinizi sanıyorsunuz, ama yanılıyorsunuz...
İnternet yasakları oturumunda TİB İnternet Dairesi Başkanı Osman Nihat Şen ve MÜYAP Başkanı Bülent Forta da vardı. Her ikisi de sansürcü olmadıklarını göstermeye çalıştı. Kendileri sansürcü olmayabilirler, ama kurumsal işlevleri sansür mekanizmasının bir parçası. Şen’den 5651 kapsamındaki katalog suçlarının sayısının artırılmak istendiğini duyduk mesela. Bu konuda çok talep geliyormuş. Biz de kendisine bu suçların sayısının azaltılması ve AB’nde olduğu gibi, sadece çocuk pornografisi ile, katalog suçlar içinde yer alması gerektiği halde bu kapsama alınmayan nefret söylemi ve ırkçılıkla sınırlandırılması talebimizi ilettik. Umarız dikkate alınır.
Müyap Başkanı, site engellemenin çare olmadığını, sektörel çıkarlarını korumak için işlem yaptıklarını ama mahkemelerin genelikle engelleme kararı verdiklerini anlattı. Bu arada bir takım yazılımlar kullanarak yasadışı içerik inidirenleri ev adreslerine kadar izleyebildiklerini de ekledi. Kişisel verileri koruma düzenlememiz olsaydı kendisi hakkında suç duyurusunda bulunabilirdik. Olmadı. Bu arada telif hakkı lobilerinin her zaman yaptığı gibi, “fikri mülkiyet” ile “kopyalama hakkı”nı (copyright) birbirine karıştırarak servis etti. Oysa “korsanlar” fikir çalmıyor, sektörün dağıtım tekelini kırıyor. Adaletsiz telif hakları modeline alternatif, eser sahiplerini sektörel sömürüden de koruyan bir çok yeni model var.
Katılım “kitlesel” olmasa da yoğun paylaşımlı, ufuk açıcı bir konferans yaşadık. İnternetin hak ve özgürlükler savunusu, demokrasinin ilerletilmesi ve siyasetin inovasyonu için bize sunduğu imkanları konuştuk. Bu arada sansürle mücadele için yeni fikirler de ürettik. Çok yakında!
BThaber, s:750, 21 - 27 Aralık 2009
29 Aralık 2009
Oyunun Kuralı - Baştan kaybedilmiş bir savaş: siyaset internete karşı
14 Aralık 2009
Oyunun Kuralı - “Milli İnternet”
Toplum bilgiyle donanıp bilgi toplumu olmaya çalışıyor, ama devlet bilgiyi kendi malı zannetmekte ısrar ediyor. Bizi dünyaya bağlaması gereken interneti, otoriteler ülke sınırları içine hapsetmekle uğraşıyor.
Türkiye’de İnternet Konferansı’nın 14.sü bu hafta sonu yapılıyor (inet-tr‘09, 13-14 Aralık 2009, İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü). Yani Türkiye’de internet varolalı beri yapılıyor bu konferans. Bu yıl "Sosyal Ağlar", "Yeni Medya" da konuşulacak, ama asıl "Fikri Haklar", "İnternet ve Demokrasi” ve “İnternet yasakları” konuları öne çıkacak. Programın hazırlanması ile ilgili olarak Mustafa Akgül ile sohbet ediyorduk; “Yıllardır yasakları konuşmaktan interneti konuşamadık bir türlü” dedi. Haklıydı elbette. Bunca yıldır olumsuzlukları konuşmaktan bir türlü internetin hayatımıza, ülkemize, refahımıza, özgürlüğümüze sağlayacağı katkıları tartışmaya sıra gelemedi.
“Sosyal ağlar” ve “P2P ağları”, “yer konumlayıcı medya” ve “artırılmış gerçeklik” ile birleşerek hayatımıza neler getirebilir diye sormak yerine, “Bugün hangi sosyal medya hangi gerekçeyle engellendi, telif hakları mı, fuhuşa teşvik mi” diye soruyoruz. İNETD, Youtube yasağını AİHM’ne taşımak zorunda kaldı, çünkü iç hukuk yolları tükendi. Toplum bilgiyle donanıp bilgi toplumu olmaya çalışıyor, ama devlet bilgiyi kendi malı zannetmekte ısrar ediyor. Bizi dünyaya bağlaması gereken interneti, otoriteler ülke sınırları içine hapsetmekle uğraşıyor.
Son bombayı BTK Başkanı Tayfun Acarer patlattı: “Anaposta Projesi”! “Milli arama motoru” kurulacakmış, doğan her çocuğa nüfusuna kayıtlı e-posta adresi verilecekmiş. Yabancı arama motorları ve posta hizmetleri güvenilmezmiş, çünkü yabancıymışlar! Arama motorunun yabancı olması iletişim güvenliğini nasıl zedeliyor sorusuna da bir cevap verir herhalde! Daha kişisel verileri koruma kanununun bile bulunmadığı bu ülkede insanlar güvenip e-devlet hizmetlerini bile kullanamıyor, devletin onlara verdiği e-posta adresini niçin kullansın sorusuna da cevap bekleriz. Herhalde sansürlenecek siteleri önce arama motorundan silecekler, böylece milletin asabı bozulmayacak; milli e-posta hizmetiyle de vatandaş devlete değil devlet vatandaşa “erişmiş” olacak! Oldu olacak, “www” kısaltmasını da “tww” yapalım: Türkiye çapında ağ...
inet-tr‘09’a beklerim. Biz vatandaşlar, internetin demokrasi için nasıl kullanılacağını konuşacağız.
BThaber, s:746, 7 - 13 Aralık 2009
30 Kasım 2009
Oyunun Kuralı - İnternetin ekonomi-politikası
Kimi internetin suça, ahlaki çöküşe, köktenciliğe, terörizme, dilin yozlaşmasına, bilgi çöplüğüne, fikir hırsızlığına, insanların birbirlerinden yalıtılmasına yol açtığını iddia eder; kimi de demokrasi, özgürlük, refah, işbirliği, yeni işler, ekonomik büyüme, katılım, daha iyi eğitim gibi değerleri getirdiğini... Ama internet “kökten karşıt eğilimlerin bir alanı”dır ve mevcut risklerle birlikte mümkün fırsatlar sunar.
Christian Fuchs, internet ve toplum arasında, geleneksel medyanın bize anlattığının tersine tek boyutlu değil, çok boyutlu ve antagonistik bir ilişki olduğunu söyler (Internet and Society: Social Theory In the Information Age, Routledge, 2008): Tek boyutlu açıklamaya göre, internet ya suça, ahlaki çöküşe, köktenciliğe, terörizme, dilin yozlaşmasına, bilgi çöplüğüne, fikir hırsızlığına, insanların birbirlerinden yalıtılmasına yol açar; ya da demokrasi, özgürlük, refah, işbirliği, yeni işler, ekonomik büyüme, katılım, daha iyi eğitim gibi değerleri getirir. Oysa bunların tümü birlikte varolur. İnternet bu bağlamda “kökten karşıt eğilimlerin bir alanı”dır ve mevcut risklerle birlikte mümkün fırsatlar sunar.
Bu yapısal antagonizm, karşıtların karşılıklı bağımlılığını beraberinde getirdiğinden, işbirliği ve rekabet yanlızca bilgi kapitalizminin karşıt eğilimleri olmakla kalmaz, sürekli birbirlerinin alanına el uzatırlar. İşbirliğine dayalı, katılımcı bilgi toplumu henüz kurulmamıştır; ancak gelişme halindedir ve dinamikleri mevut toplum modeliyle uzlaşmaz ilişki içindedir. Bu karşıtlığın bir tarafında e-katılım ve paylaşım ekonomisi, öteki tarafında e-tahakküm ve kıtlık ekonomisi vardır. Ama hala rekabet mantığının tahakkümünde olan ulusötesi bilgi kapitalizmi, işbirliği kavramını kullanarak onu kolonize etmeyi şimdilik kaydıyla başarır. “Katılımcı” yönetim, ekip çalışması, “stratejik” ortaklıklar, kurumsal sosyal sorumluluk bunun bariz örnekleridir. Bu, disiplin toplumundan (kendini-)denetleyen bir topluma geçiş aşamasıdır.
Küresel ağ kapitalizmine entegre olmakta sorun yaşayan ulus-devletler bu karşıtlığı ısrarla tek boyutlu bir düzleme indirgemeye çalışır ve internete yönelik ciddi bir tehdit algısı geliştirir. Bu algı, yeni yönetsel paradigmalara uyumsuz doğalarının bir sonucudur. Oysa kendi sonlarını hazırlayan, internet ve temsil ettiği riskler ve fırsatlar değil, bu uyumsuzluklarıdır. Bu devletler internete yasakçı bir zihniyetle yaklaşır; tehdit olarak gördüğü bilgi akışını tamamen denetimleri altına almaya çalışır; başarısız olmaya mahkum bu yaklaşımla ne riskleri yönetebilir ne de fırsatları değerlendirebilir. Bu denklemde toplum geçici olarak kaybedendir. Ama asıl kaybeden bu uyumsuz devletler olacaktır.
Su yolunu bulur. Ekonomi-politika affetmez!
BThaber, s:744, 9 - 15 Kasım 2009
16 Kasım 2009
Oyunun Kuralı - Kriz alfabesi: “U” mu, “W” mi, “L” mi?
Bu krizin gelecekte hangi harfle anılacağı değil önemli olan. Krizden çıkışın teknoloji, inovasyon, yönetişim ve işbirliğinde olduğunun farkına varmak önemli.
Şu sıralar “U”cularla “W”ciler arasında kavga var. Krizden yavaş ve istikrarlı bir çıkış içinde olduğumuzu savunan “U”cularla, krizin çift dipli olacağına inanan “W”ciler..
Para pazarında maliyetlerin düşmesi, kurumsal fonların daralması sonucunda girişim sermayesinin yükselişe geçmesi; ABD ve İngiltere’de emlak sektörünün stabilize olması ve fiyatların yükselmesi; küresel ticaretin hızlanması; Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin’de büyüme tahminlerinin yüksek çıkması gibi veriler, ekonomik (sıkı)yönetişim reformlarının devamı koşuluyla, OECD’nin krizden çıkış beklentisini öne çekmesine neden oldu (OECD Economic Outlook Interim Report, Eylül 2009).
Krizin çift dipli olacağını savunanlar ise, ABD’de işsizlik tahminlerinin öngörülenin üstünde çıkması (%9.8 - ki bu oranın gerçekte çok daha yüksek olduğunu söyleyenler de var); yine ABD’de bütçe açığının GSYİH’nin %10‘una ulaşması; rezerv para olarak dolara karşı hızla artan küresel güvensizlik; krizin bu kez ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerin küçük işletmelerini de vuruyor olması; emtia fiyatlarının Çin ve Hindistan gibi ülkelerin talepleriyle krize rağmen yükselmesi gibi verilerden hareket ediyorlar.
Adamı sevmem, ama “kahin” Roubini’nin, doların güçsüzleşmesiyle negatife dönen faizlerle borçlananların yatırımlarıyla şişmeye başlayan riskli küresel varlıklar balonunun patlamaya aday olduğu saptamasına katılmamak elde değil. Kötümser senaryoya bir de ekonomik olmayan “reel” krizlerin, yani enerji, gıda ve çevre krizlerinin belirtilerini eklersek, bu sefer “L” tipi bir grafikle karşılaşmamız da olası. Bu hanede sadece süreğen resesyon değil, savaş, terör, kıtlık, açlık ve çevre felaketleri de var...
Greenspan’dan önceki FED başkanı, eski Hazine Bakanı, Obama’nın Ekonomik İyileşme Danışma Kurulu’nun yeni başkanı “bilge” Paul Volcker, teknolojinin ve küreselleşmenin ulaştığı noktada eski günlere geri dönüşün olmadığını, bu gelişmenin bürokratik sistemin uyum kapasitesini çoktan aştığını, her krizde devletin yeni bir kurtarma paketi açmasına alışan finansal sistemin kriz yaratmaya teşne olduğunu, yeni bir sistemin doğması gerektiğini söylüyor. Bu krizin gelecekte hangi harfle anılacağını bilmem, ama çıkışın teknoloji, inovasyon, yönetişim ve işbirliğinde olduğunu biliyorum.
BThaber, s:744, 9 - 15 Kasım 2009
03 Kasım 2009
Oyunun Kuralı - AB İlerleme Raporu, ifade özgürlüğü ve internet
İnternet ve bilişim hukukumuz uluslararası hukuk devleti normlarına uyumlu değil. Yeni olumsuz düzenlemelere baktığımızda, bir sonraki raporun daha sert eleştiriler ve yaptırımlar içereceğini, hatta AİHM kararlarının gündeme geleceğini öngörmek zor olmaz.
Avrupa Birliği’nin 2009 “Türkiye İlerleme Raporu” bir ilke sahne oldu: İnternet sansürü, ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel hakların ihlali bakımından açık bir biçimde eleştirildi. 6000‘den fazla sitenin erişime engellenmesiyle kritik bir eşik aşıldı demek ki.
Ulaştırma Bakanlığı, Bilgi Teknolojileri Kurumu (BTK) ve Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), dünyada yayınlanan onca habere ve rapora rağmen, yaptıklarının internet sansürü olmadığını, “yabancıların” da bunu böyle görmediğini, hatta bu uygulamalarının AB tarafından “öncü ve örnek” olarak algılandığını söyledi. Bakalım, resmiyetinden kuşku duyulamayacak bu raporu nasıl açıklayacaklar?
Raporun “İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması” başlığı altında, “ifade özgürlüğü” bölümünde şu satırlar yer alıyor: “Sık sık yaşanan web sitesi engellemeleri kaygı vermeye devam ediyor. Hukuki ve idari kararlar, istenmeyen içeriği filtrelemek yerine tüm siteyi engelliyor. YouTube Mayıs 2008‘den beri engelli. Facebook, Google Sites ve diğer siteler hakkında bekleyen mahkeme kararları bulunuyor.” Rapor, Türk hukuk sisteminin genel olarak ifade özgürlüğünün korunması için yetersiz kaldığını, savcı ve hakimlerin düzenlemeleri genellikle baskıcı bir tarzda yorumladıklarını, bir çok düzenlemenin sansür amaçlı kullanıldığının altını çiziyor. “Bilgi Toplumu ve Medya” başlığı altında da şu satırlar var: “Bazı web siteleri sık sık mahkeme kararlarıyla engelleniyor. Bu durum, internet erişimiyle ilgili olarak ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesini sağlayacak daha güçlü güvencelere ihtiyaç olduğunu gösteriyor.” “Hukuki ve Temel Haklar” bölümünde ise mahremiyet ve kişisel verilerin korunması için gerekli hukuki çerçevenin AB normlarına uygun olarak yaratılması gerektiğine vurgu yapılarak, dinleme ve gözetim uygulamaları eleştiriliyor.
İnternet ve bilişim hukukumuz uluslararası hukuk devleti normlarına uyumlu değil. Yeni olumsuz düzenlemelere baktığımızda, bir sonraki raporun daha sert eleştiriler ve yaptırımlar içereceğini, hatta AİHM kararlarının gündeme geleceğini öngörmek zor olmaz: 5651 sayılı yasanın güçlendirilmesi, iletişim özgürlüğü ve mahremiyet hakkını sakatlayacak yeni FSEK tasarısı, eski RTÜK kanununu andıran Bilişim Suçları Kanun Tasarısı, kişisel verileri koruyacak düzenleme yerine Ulusal Bilgi Güvenliği Kanun Tasarısı...
Nereye Türkiye?
BThaber, s: 742 - 26 Ekim - 01 Kasım 2009
23 Ekim 2009
Oyunun Kuralı - Ulaştırma Bakanlığı, Ulaştırma ve Bilgi İletişim Teknolojileri Bakanlığı mı oluyor?
Bilişim Bakanlığı yok diye dövünenlere müjde! Alın size bakanlık... Ulaştırma Bakanlığı çok geçmeden, önce BTK'nın yetkilerini genişleten bir yasa tasarısı, sonra da bakanlığın adını değiştirip kapsama alanını genişletecek bir başka yasa tasarısı gündeme getirecektir.
Bayrama Myspace ve Lastfm’in erişime engellenmesi ile girdik. 2001‘den beri engellenen 6000 siteye yenileri katıldı. Gizlenmeye çalışılan bu ciddi istatistikle “internet sansürcüsü” ülkeler liginde şampiyonluğa oynamaya başladık.
Bu yazıda internet sansüründen değil, onu da yaratan daha tehlikeli bir gelişmeden söz edeceğim. Çünkü içinde bulunduğumuz olumsuz durum, siyasi partilerin değil, merkeziyetçi, hantal, atıl yönetsel modelin bir eseri...
Ömrünü tüketmiş bu sistem hayatta kalmak için yeni bir strateji deniyor ve operasyonun merkezi Ulaştırma Bakanlığı. Son zamanlarda bilgi ve iletişim teknolojileriyle (BİT) ilgili her şey Ulaştırma Bakanı’ndan soruluyor. Yeni bilişim suçları kanun tasarısı mı çıkacak, Başbakan veya Adalet Bakanı değil, Ulaştırma Bakanı açıklıyor. Bilgi toplumu hedefleri ve yol haritası Ulaştırma Şurası’nda açıklanıyor. Telekomda serbestleşme sağlasın diye yaratılmış Telekomünikasyon Kurumu, Bilgi Teknolojileri Kurumu adını alarak, internet ve BİT ile ilgili herşeyle ilgilenen bir denetim, düzenleme ve müdahale mekanizması haline getirildi.
Operasyon 2006’da başladı...Ulaştırma Bakanlığı Adalet Bakanlığı'nı by-pass ederek 5651 sayılı yasayı çıkarıp interneti kendisine bağladı. Sonra TK'yı BTK yapıp tüm BİT sektörünü benden sorulur dedi. 5651 kapsamında oluşturulan İnternet Kurulu'na STK'ları da alıp bir tampon oluşturdular. Bu arada Bilgi Toplumu Stratejisi yönetişim fobisi nedeniyle başarısız oldu, e-Dönüşüm İcra Kurulu ve DPT etkisizleşti. Başbakanlığa bağlı Danışma Kurulu’nun hazırladığı son e-devlet startejisi de kurumsal yapı ve adresleme dışında yeni bir şey söylemediği için bence ölü doğdu. Nitekim Ulaştırma Bakanı “kabul edip etmeyeceğimiz belli değil, öneriden ibaret” açıklamaları yapıyor.
Bilişim Bakanlığı yok diye dövünenlere müjde! Alın size bakanlık... Ulaştırma Bakanlığı çok geçmeden, önce BTK'nın yetkilerini genişleten bir yasa tasarısı, sonra da bakanlığın adını değiştirip kapsama alanını genişletecek bir başka yasa tasarısı gündeme getirecektir. Bakanlığın yeni adı da muhtemelen” Ulaştırma ve Bilgi İletişim Teknolojileri Bakanlığı” olacaktır. Bakanlığın internet ve sektörün önünü açacağını düşünenler, bugüne kadarki icraatlarına baksınlar!.
Gerçek bir kamu yönetim reformu gerçekleşmeden her gün daha da geriye gideceğiz. Tedavi: AB süreci ve sivil inisiyatifler...
BThaber, s:740, 12 - 18 Ekim 2009
04 Ekim 2009
Oyunun Kuralı - “Bilgi toplumu”: Bazı stratejik sorular
Ulaştırma Bakanlığı yeni bilişim bakanlığımız mı olacak? E-devlete de Başbakanlık bünyesindeki yeni kurul bakacaksa, e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu ne yapacak? Üç yıldır bizi oyalayan Bilgi Toplumu Stratejisi raf ömrünü tamamladı mı? DPT bu konularda ne diyor?
Sonbaharla birlikte yine zirveler, kurultaylar, kongreler, şuralar dönemine girdik. Bu dönemde insanların stratejik konulara karşı algısı daha açık oluyor. Bu fırsatı değerlendirmek istedim!
Üç yıldır yürürlükte olan “Bilgi Toplumu Stratejisi” ve Eylem Planı, 27. e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu toplantısında değerlendirildi. Toplam 111 eylemin %6’sı tamamlanmış, %51‘inin çalışmaları devam ediyor, %32’si başlangıç aşamasında, %11’i ise daha başlatılamamış. Bu kötü karne karşısında “biz demiştik”ten başka şeyler de söylemek lazım.
Bu belgenin bilgi toplumu gibi bir hedef için fazlasıyla dar açılı, mekanik e-devlet odaklı, merkeziyetçi, yönetişim-fobik olduğunu, eylem planının önceliklendirmesinin olmadığını söylemiştik. Bu niteliğiyle, asıl odak alanı olan e-devlet konusunda bile başarısız olacağını da... Bu karneyle yüzleşince bakış açısının sorgulanacağını umuyordum.
Yine yanıldım, ama şaşırmadım. Başbakanlığın bu başarısızlığa cevabı, “e-Devlet ve Bilgi Toplumu Kanun Tasarısı Taslağı” ile geldi. Bakış aynı bakış, adres farklı... Yeni bir kamu kurumsallaşmasının sadece Başbakanlığa bağlı olduğu için daha etkili olacağı düşünülmüş. Başarısızlığın nedeni açık oysa: merkeziyetçi yönetsel modelin, hantal bürokrasinin ve kamu odaklılığın, “bilgi toplumu” ve e-devlet gibi dağıtık ağ yapısı üzerine kurulu sistemler için kadük kalması... Bu sistemler doğası gereği ağ yönetişimi modeliyle işliyor. İsteseniz de istemeseniz de katılım, şeffaflık, sorumluluk ve hesap verebilirlik standartlarna uymak zorundasınız. Artık “e-devlet” kavramı bile kullanılmıyor, onun yerine “bağlantılı yönetişim” (connected governance) diyorlar!
Bu arada Ulaştırma Bakanlığı 27 Eylül - 1 Ekim 2009 tarihleri arasında Ulaştırma Şurası’nı topluyor. Şuranın adı “Ulaştırma” olsa da, İletişim Altyapı Çalıştayı toplanmış ve bilişimle ilgili altyapı kavramını çok aşan kapsamlı hedefler belirlemiş. BİT ve interneti “millileştiren” bir takım hedefler! Ulaştırma Bakanlığı yeni bilişim bakanlığımız mı olacak? Eğer bu konular Ulaştırma Bakanlığı’ndan soruluyorsa, e-devlete de Başbakanlık bünyesindeki yeni kurul bakacaksa, e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu ne yapacak? Üç yıldır bizi oyalayan Bilgi Toplumu Stratejisi raf ömrünü tamamladı mı? DPT bu konularda ne diyor? İşte böyle stratejik sorular geliyor aklıma...
BThaber, s:738, 28 Eylül - 4 Ekim 2009
24 Eylül 2009
Özgür Müziğe Dokunma! MÜ-YAP’a Protesto Hareketine Katıl!
"Bu eylemi müzik endüstrisinin çıkarlarının, toplumun ve müzisyenlerin çıkarlarıyla uyuşmadığını , endüstrinin toplumun çıkarlarına aykırı hareket ettiğini göstermek ve bir kamuoyu bilinci oluşturabilmek için yaptık.
Lütfen müzik endüstrisinin temsilcilerine inanmayalım, bize yalan söylüyorlar!”
19 Eylül 2009 tarihinde, yani bayram arifesinde MySpace ve LastFm sitelerinin erişime engellendiğini fark ettik. O sırada sık kullandığım sosyal ağ olan Friendfeed’deydim. Haber bir anda yayılmaya başladı. Önce Sansüresansür grubu viral bir gerilla eylemi organize edip haberi yaydılar, engellemeyi protesto ettiler. bu arada biraz hır da çıkmadı değil. Eş zamanlı olarak yine aynı ortamda aktif olan gruplar Netdaş ve Korsan Partisi oluşumu da sürece katıldı ve haber hızla diğer sosyal ağlarda ve blog alanında da yayıldı. Aynı hızla protesto dalgası da büyüdü. Aktivist gruplarda eylem fikirleri dolaşmaya başladı. Bu fikirlerden biri bugün, yani 23 Eylül Çarşamba günü başladı. Eylemciler özel olarak tasarlanmış CD kapaklarını basıp kutulu CD’ler hazırlıyor ve erişim engellemeden sorumlu olan müzik yapımcıları meslek örgütü MÜ-YAP’a gönderiyorlar. İster boş bıraktıkları, isterlerse keyiflerine göre doldurdukları CD’lerle MÜ-YAP’ı “gerçek spam”e boğuyorlar! Hatta kimisi bu CD’lere John Cage’in ünlü “4.33” adlı “parçasını” yerleştirip ironinin boyutunu daha da koyultuyorlar...
Eylemciler kendilerini “internet vatandaşları” yani “netdaş”lar olarak tanımlıyorlar ve MÜ-YAP’a mesajları çok açık: “Özgür Müziğe Dokunma”!
Postayla, kuryeyle, belki elden da MÜYAP’ın kapısına yığılan CD dağının metaforik anlamı da büyük: Dijital dağıtım kanallarını, networkleri, elektronik ortamı, bir üretim, paylaşım, tüketim mekanı olarak interneti düşman belleyen, hala marketlerde CD’ler satılsın, müzisyenleri ve biz müzikseverleri sömürmeye devam etsinler isteyen bir endüstri meslek kuruluşuna, küçük ve giderek küçülen çıkarlarını korumak adına hepimizin ifade, iletişim ve paylaşım ortamı interneti kullanma hakkımıza müdahale etme cüretini gösterdiği için, bir CD dağı göndermek gerçekten müthiş ironik bir eylem!... Al sana CD!
Müzik yapımcısı ve dağıtımcısı şirketlerin oluşturduğu endüstriyi temsil eden bu meslek örgütü, bir sansür ve baskı aracı olan erişim engelleme aracını kullanarak tüm meşruiyetini kaybediyor. Aslında hayatta kalma savaşı veriyorlar. Amaçlarının “müzik emekçilerinin haklarını korumak” olduğunu söyleseler de, aslında internetle birlikte giderek küçülen kendi aracı endüstrilerinin çıkarlarını korumaya çalışıyorlar. Korudukları hakların ancak çok küçük bir kısmı “müzik emekçilerinin” payına düşüyor. Uluslararası hukuk ilkeleriyle çelişen, birey hak ve özgürlüklerine saygısız bir hukuk sistemimiz olduğu için, bu sistemin engelleme imkanından yararlanarak yasal içerik sunan, bağımsız müzisyenlerin dağıtım kanalı haline gelmiş siteleri bile engelleyerek köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. İnternet yüzünden anakronik hale geldiklerini, ömürlerini tükettiklerini, daha akıllı davranmaları gerektiğini kabullenmek istemiyor, teknolojiyle, giderek yaygınlaşan paylaşım kültürüyle ve müziğin özgürleşmesiyle savaşa girişiyorlar... Kaybedecekleri belli bir savaşa.
Müzik emekçileri onlardan kurtulduklarında hem daha çok kazanacak, hem de çok daha büyük sayıda, çok farklı coğrafyalara yayılmış nitelikli dinleyicilere ulaşacak oysa. İnternet bunu şimdiden sunuyor müzik sanatçılarına.
Netdaşlar basın duyurularında şöyle diyorlar:
“Müzik endüstrisinin bir kısmı bir kültüre karşı koymaya çalışıyor, bir kültürle savaşıyor ve onu öldürmek istiyor. Endüstrinin gelişimini kendi kısa vadeli çıkarlarına kurban eden bazı meslek organizasyonları her teknolojik yenilik sonrasında yaptıkları gibi, bu yeniliğin ardından da iktidar odağı olma güçlerini kullanarak telif haklarının kapsamını genişletmeye çalışıyorlar, başarılı da oluyorlar. Fakat bu sefer karşılarında ciddi bir muhalefet var: Koskoca bir “internet vatandaşları toplumu”, “netdaş”lar...”Destekle, katıl, gönder, özgür müziğe sahip çık!
“... dünya değişiyor, ekonomiler değişiyor, para kazanma yöntemleri farklılaşıyor; fakat MÜ-YAP ve benzeri kuruluşlar kendilerine çok para kazandıran, kendilerini çok güçlü hale getiren bir sistemin yıkılıyor olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bunu yaparken “telif hakları”, “sanatçı emeği” gibi kavramları önümüze seriyorlar. Aslına bakılırsa “sanatçı emeği”ni umursadıkları yok, umursadıkları tek şey kendilerini güçlü hale getiren bu düzenin olabildiğince devam etmesini sağlamak ve müzik üzerindeki tekellerini, iktidarlarını kaybetmemek. Artık yaşam sürelerinin sonuna geldiklerinin, müzik endüstrisinin işleyiş tarzının değişmek zorunda olduğunun kendileri de farkında; fakat bu değişimi olabildiğince geciktirmenin, o arada da elde edebilecekleri kadar maddi kazanç elde etmenin peşindeler.
Biz internet vatandaşları, yani netdaşlar olarak bunun bilincindeyiz, bu nedenle MÜ-YAP’ın bu son yasaklama girişimini protesto etmek için bir eylem yaptık. Bu eylem internette şekillendirildi; netdaşların ve internet tabanlı sosyal ağların kesinlikle hafife alınmaması gerektiğini gösterdi. 23 Eylül Çarşamba günü MÜ-YAP’a anonim olarak yüzlerce “protesto CD’si” yollamaya başladık. Bu CD’ler için hazırladığımız görselde mesajımız netti: “Özgür müziğe dokunma!”.
Türkiye’nin dört bir yanından insanlar internet üzerinden bu protestoya dair bilgileri edindiler ve hala da bu CD’leri yollamaya devam ediyorlar. Bu haberi duymamış olabilirsiniz; çünkü bu eylem alternatif medyalarda çokça ses getirmiş olsa da kitle medyasına pek yansımadı.
Bu eylemi müzik endüstrisinin çıkarlarının, toplumun ve müzisyenlerin çıkarlarıyla uyuşmadığını , endüstrinin toplumun çıkarlarına aykırı hareket ettiğini göstermek ve bir kamuoyu bilinci oluşturabilmek için yaptık.
Lütfen müzik endüstrisinin temsilcilerine inanmayalım, bize yalan söylüyorlar!”
“MÜ-YAP'ı protesto etmek için bu görsellerin printer'dan çıktısını alıp boş bir CD kapağına yerleştiriyoruz ve
Mü-Yap Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği Kuloğlu Mah. Turnacıbaşı Sok. No:16 Kat:5 80070 Beyoğlu İstanbul
adresine postalıyoruz!”
Görseller: http://www.divshare.com/download/8613215-410
14 Eylül 2009
Oyunun Kuralı - "e-Devlet ve Bilgi Toplumu Kanun Tasarısı Taslağı": Yönetişim fobisi...
"e-Devlet ve Bilgi Toplumu Kanun Tasarısı Taslağı", başarısız olan "Bilgi Toplumu Stratejisi ile aynı yönetişim kaçkını tavırla, aynı hantal, merkeziyetçi yönetim saplantısıyla mekanik süreçler ve kurumlar icat etmekten başka bir şey yapmıyor.
“Politika”, kavramsal olarak herhangi bir organizasyonun karşı karşıya bulunduğu “olumsuz” bir durumla baş etmek ve bu durumdan “olumlu” kazanımlar elde etmek veya “olumlu” bir durumu daha iyi yöneterek faydayı sürekli ve sürdürülebilir kılmak için bir eylemsel çerçeve geliştirmek üzere yapılır. Bu, organizasyonu oluşturan tarafların tamamını ilgilendirir. İlgili tüm tarafların katılımı olmaksızın sorun yönetilemez ve daha çok sorun doğurur. Devlet bu taraflardan yalnızca biridir. Ama politika ve strateji belirlemenin devletin işi, bunların sonuçlarına katlanmanın da diğer kesimlerin görevi olduğu düşüncesi ülkemizde köklüdür.
Bu düşüncenin yeni bir örneğiyle daha karşılaştık: "e-Devlet ve Bilgi Toplumu Kanun Tasarısı Taslağı", ilgili bakanlıklara gönderildi ve ilgilenenlerin inceleyip değerlendirebilmesi için Başbakanlık web sitesinde yayınlandı. Bu taslak, mekanik bir şekilde e-devlet stratejisine indirgenmiş 2006 tarihli “Bilgi Toplumu Stratejisi”nin, e-devlet alanında bile başarısız olduğu tescillendikten sonra derde deva olsun diye yapıldı.
“En azından dürüstçe e-devleti başlığa taşıyıp ‘bilgi toplumu’nu onun arkasına takmışlar” diye düşündüm. Çünkü Bilgi Toplumu Stratejisi e-devletten başka bir açılım sunamadan haksız bir biçimde başlığında “bilgi toplumu” ibaresini taşıyordu. Bu yeni taslağın hangi derde deva olacağı belli değil, çünkü yeni bir şey söylemiyor. Aynı yönetişim kaçkını tavırla, aynı hantal, merkeziyetçi yönetim saplantısıyla mekanik süreçler ve kurumlar icat etmekten başka bir şey yapmıyor. Kalabalık ve sadece kamu birimlerinden mürekkep bir Bilgi Toplumu Ajansı kurulacak. Siyasetçiler ve bürokratlar bizi bize rağmen “bilgi toplumuna” taşıyacaklar! Ne STK’lara, ne iş dünyasına, ne akademiye ne sivil inisyatiflere hiç bir şey sormayacaklar. Bugüne kadar ne yaptılarsa aynı şeyi bu kez farklı adlar taşıyan kurumlarla yapmaya ve taktiği strateji zannetmeye devam edecekler...
BİT sivil inisiyatiflerinin öncülüğünde, ekonomik ve sosyal hayatın önemli aktörlerinin katılımıyla geliştirilecek bir “Bilgi Toplumu Eş Stratejisi”ni, bu kanun taslağının ve temsil ettiği yönetişim fobisinin karşısına dikmek zorundayız. Artık kaybedecek zamanımız kalmadı!
BThaber, s:736, 7 – 13 Eylül 2009
31 Ağustos 2009
Oyunun Kuralı -İnternet sansüründen, mahremiyet ve iletişim özgürlüğü ihlaline…
İktidar kendisine göre “temiz”, sakıncalı gördüğü yayını susturabildiği, kullanıcıları izleyip denetleyebildiği, Türkiye sınırları içine kapalı bir internet mi istiyor?
“Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Tespiti, Dinlenmesi, Sinyal Bilgilerinin Değerlendirilmesi ve Kayda Alınmasına Dair Usul ve Esaslar ile Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının (TİB) Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Yönetmelik”in bazı maddelerinde değişiklik yapıldı. Yeni yönetmelik, 5651 sayılı internet sansürü yasasını olağanüstü yetkilerle genişleterek TİB’nın internet üzerindeki etkinliğini artırıyor.
Buna göre, TİB, “internet ortamında yapılan ve 5651 sayılı kanun kapsamına giren suçları oluşturan içeriğe sahip faaliyet ve yayınları önlemeye yönelik çalışmalar yapacak ve bu amaçla, gerektiğinde, her türlü giderleri Kurumca karşılanacak çalışma kurulları oluşturacak”. “İnternet ortamında yapılan yayınların içeriklerinin izlenmesinin hangi seviye, zaman ve şekilde yapılacağını belirleyecek olan TİB, internet ortamındaki yayınların izlenmesi suretiyle”, kanunda yer alan "katalog suçlar"ın "işlenmesini önlemek için izleme ve bilgi ihbar merkezi dâhil, gerekli her türlü teknik altyapıyı kuracak veya kurduracak, bu altyapıyı işletecek veya işletilmesini sağlayacak".
Özellikle yargı dışı izleme, denetim, gözetim, filtreleme ve engelleme yetkileriyle sansür aygıtı güçlendirilirken, kişisel mahremiyet hakkı ve iletişim özgürlüğü ihlallerine kapı açılması demek bu. Bunun bir adım sonrası, vatandaşlık numarasıyla internete bağlanmak ve her gördüğümüz içeriğin, yazıp çizdiğimiz her şeyin kayda alınması mı olacak? İktidar kendisine göre “temiz”, sakıncalı gördüğü yayını susturabildiği, kullanıcıları izleyip denetleyebildiği, Türkiye sınırları içine kapalı bir internet mi istiyor? Yönetmelikte yayınları sürekli olarak izleyip sakıncalı gördüklerini kenara alacak bir teknik sistem tanımlanıyor. Çin ve İran da bu tür sistemleri kullanıyor. Bu sistem sadece yayını değil yayını görüntüleyen, onu yorumlayan bireyleri de izleyebilir. Yani, erişimin engellenmesi ile yetinmeyip, tüm içeriği denetlemek anlamına gelecektir bu.. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nda yapılması düşünülen değişikliklerle bu kez telif hakkı ihlaline engel olmak bahanesiyle izleme devreye girecek. Bu da sansürden bir adım ötesine, yani özel hayatın gizliliği ve iletişim özgürlüğünün engellenmesine kapı açar... Henüz kişisel verilerin yasal güvence altında olmadığı düşünülürse çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyayız demektir.
BThaber, s:734, 24-30 Ağustos 2009
18 Ağustos 2009
Oyunun Kuralı - Siyasette inovasyon: Medyanın demokratikleşmesi
Yeni katılım teknolojileri siyaseti dönüştürmek için medyayı da dönüştürmek zorunda. Bir siyaset platformu olarak medyanın "bireylerin ve sivil yapıların" eline geçtiğini göreceğiz.
Son zamanlarda, özellikle 3G'nin hayatımıza girmesiyle birlikte, bilgi ve iletişim teknolojilerinin medyamıza neler getireceği veya götüreceğini köşe yazarları yoğun bir şekilde tartışıyor. Ben internetin gazeteleri ve televizyonu öldürüp öldürmeyeceğinden çok, yeni teknolojilerin medya ve kullanıcıları arasındaki ilişkiyi nasıl etkileyeceği konusunu sorgulamayı tercih ediyorum.
Konuyla ilgili en iyi çözümlemelerden birini Cemil Ertem, "Pentagon'un teknolojisi ve medyanın geleceği üzerine" adlı yazısında yaptı: " Bize geç gelen 3-G teknolojisi ve devamı hayatın temel dinamiklerini çok hızlı bir değişikliğe uğratacak. Devletin ve devletin yönlendirdiği medyanın 'mutlak' hâkimiyetinin sonuna geliyoruz. … Teknolojiyi elinde bulunduranlarla devlet yapılarını (iktidarları) ellerinde bulunduranlar arasındaki organik bağ giderek kopuyor. ... Bu yeni kapitalizm, şimdi bize onu karşıtına dönüştürmek için çok farklı olanaklar sunuyor. Mesela, artık medyanın, teknoloji marifetiyle devletin tekelinden çıkıp bireylerin ve sivil yapıların hâkimiyetine geçmesinin yolu açık."
Bilgi ve ağ ekonomisinin küresel ekonominin özü haline geldiği bir dönemde teknolojik gelişmeyle büyüyen "ağ etkisi" kapitalizmi dönüştürüyor. Bu paradigma dönüşümünün özünü, ağ yapılarıyla birbirine bağlanan değer "hub" ve düğümlerinin baskın hale gelmesi, yani "ağ kapitalizmi" oluşturuyor. P2P ekonomisi, "wikinomics", medya ve pazarlama sektöründeki teknolojik dönüşümler, siyasettin giderek teknoloji bağımlı hale gelmesi... Hepsi bu dönüşümün bir sonucu.
Kapitalizmi karşıtına dönüştürecek asıl aktör bu ağlara entegre olan toplulukların ta kendisi. Bu topluluklar Zapatistalardan Brezilya'daki katılımcı ağ ekonomisi deneyimlerine, viral pazarlamacılardan alter-küreselleşme taraftarlarına, Avrupa'daki Korsan Parti örgütlenmelerinden Peru'daki ağ gerillalarına, açık inovasyon topluluklarından hacker etiğini canlandırmaya çalışan yeni örgütlenmelere çok geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Bu yazının kendisi sosyal ağın içinde, Friendfeed'de medya ve teknoloji konusunda yapılan tartışmalarda doğdu. Yeni katılım teknolojileri siyaseti dönüştürmek için medyayı da dönüştürmek zorunda. Bir siyaset platformu olarak medyanın "bireylerin ve sivil yapıların" eline geçtiğini göreceğiz. Çok yakında, "az sonra!.."
BThaber, s:732, 10 -16 Ağustos 2009
04 Ağustos 2009
Oyunun Kuralı - Siyasette inovasyon: Siyasetçileri zor günler bekliyor!
Teknoloji artık siyasete nüfuz ediyor. Yeni "katılım teknolojileri" ortaya çıkıyor. Meslekten siyasetçilerin hoşuna gitmese de siyasette bir inovasyon gerçekleşiyor.
Siyaset, özellikle de ana akım siyaset uzunca bir süredir krizde. Kimileri buna "demokrasi krizi" diyor. İnsanlar siyasi temsil mekanizmalarına giderek daha az inanıyorlar ve oy vermenin yeterli bir katılım olduğunu düşünmüyorlar. Seçimlere ilginin giderek düşmesi demokrasinin krizde olduğu anlamına gelmiyor. Bu aslında bir "siyaset krizi". Teknoloji artık siyasete nüfuz ediyor. Yeni "katılım teknolojileri" ortaya çıkıyor. Meslekten siyasetçilerin hoşuna gitmese de siyasette bir inovasyon gerçekleşiyor. Müzik yayıncıları, gazeteler ya da reklam ajansları da bu işten hoşlanmamıştı, ama sonuç değişmedi. Siyasetçileri zor günler bekliyor…
İsveç'te 2006'da kurulduğunda "Korsan Parti" alay konusu olmuştu. Bir bürosu bile yoktu. Sadece internet üzerinde örgütleniyordu. Son seçimlerde %7.1 oy alarak Avrupa Parlamentosu'na bir temsilci soktu. Bu, Türkiye'de köklü birçok partinin gösteremediği bir başarı. Korsan Parti'nin programı üç temele dayanıyor: telif hakları yasasının reforme edilmesi; patent sisteminin kaldırılması; kişisel mahremiyet hakkının korunması… Parti'yi bir anda "patlatan", İsveç hükümetinin telif hakkı lobilerinin yönlendirdiği ABD yönetimine boyun eğip yasadışı olarak "The Pirate Bay" ofislerini basması oldu. Devletin vatandaşların özel hayatından elini çekmesi gerektiğini düşünen çok sayıda kişi Korsan Parti üyesi oldu. Parti gerek AB'de gerekse dünyada hızla yayılıyor. Örneğin ultra sağcı Sarkozy yönetiminin interneti denetlemek üzere çıkarmaya çalıştığı HADOPI yasasının uyandırdığı tepki Korsan Parti'nin Fransa'da da örgütlenmesine neden oldu. Türkiye'de de benzeri bir oluşumun kurulması gündemde. Konu sosyal ağlarda yoğun bir biçimde tartışılıyor.
Siyaset yapmak dönüşüyor. Bireylerin siyasete katılımı geleneksel temsiliyet mekanizmalarını aşındırıyor. Doğrudan demokrasi talebi güçleniyor. Bilgi ve iletişim teknolojilerinin ağ etkisi siyaset için etkili kanallar yaratıyor. Bu kanallar da doğası gereği bireyin devlete karşı korunmasına, yönetimin şeffaflığına, düşünce-ifade-iletişim özgürlüğüne ve mahremiyet hakkına odaklanıyor. Ülkemizde de bu hareketlerin yaratıcı etkisini hissedeceğiz. Bugün sansüresansür hareketi, yarın Korsan Parti, yakın bir gelecekte de siyaseti toptan dönüştürecek etkili yönetişim mekanizmaları…
BThaber, s:730, 27 Temmuz - 2 Ağustos 2009
16 Temmuz 2009
Oyunun Kuralı - Google Sites da engellendi: "sansüresansür"
Blog dünyasında etkin ve sosyal ağları iyi kullanan bir grup reklamcının bir yıl önce başlattığı ve hızla kitleselleşen "sansüresansür" hareketi, viral karakteri ve gerilla iletişim etkisiyle kısa zamanda oldukça etkili oldu.
İnternet sansüründe bir adım daha atıldı ve "Wordpress", "Geocities", "Blogspot", "Google Groups", "Alibaba", "Youtube", "Dailymotion"'dan sonra, bir başka geniş paylaşım platformu olan "Google Sites"a erişim engellendi. Her zamanki gibi bu kararın gerekçesi kamuoyuna açıklanmasa da, bu kez nedenin Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Atatürk'e hakaret gerekçesiyle açtığı bir dava olduğu tahmin ediliyor.
Kullanıcı katkısının dönüştürdüğü internet, çok sayıda insanın kullandığı, bilgi paylaştığı, proje geliştirdiği, çalıştığı, topluluklar kurduğu web platformlarını daha değerli kılıyor. Dolayısıyla, şikayet konusu olan bir içerik yüzünden bunca kullanıcının mağdur edilmesi de tepki yaratıyor. Bu durum başta 5651 sayılı internet yayıncılığı kanunu olmak üzere olumsuz düzenlemelerin ve uygulamaların doğrudan sansüre yol açtığı savını da doğruluyor.
Şimdiye kadar yaklaşık 2700 sitenin engellendiğini biliyoruz. Yetkililerin açıklamalarına göre bunların sadece %30'u çocuk pornografisi gerekçesiyle engellenmiş. Geri kalanı, müstehcenlik, fuhuş, Atatürk'e hakaret, intihara yönlendirme, sağlık için tehlikeli madde temini gibi, oldukça muğlak ve göreli gerekçelerle, kimi zaman da gerekçesiz olarak engellenmiş bulunuyor. Çocuk pornografisi ilgili davalarda onca beraatle karşılaştıktan sonra bu gerekçenin de nesnel olarak değerlendirildiğinden kuşku duyuyoruz.
İnternet sansürüne yönelik tepkiler şimdiye kadar özellikle bilişim STK'ları tarafından çeşitli biçimlerde dile getirildi veya hukuki girişimlerde bulunuldu. Ama bu tepkiler özellikle kamuoyu baskısı yaratmak bakımından pek işe yaramış görünmüyor. Blog dünyasında etkin ve sosyal ağları iyi kullanan bir grup reklamcının bir yıl önce başlattığı ve hızla kitleselleşen "sansüresansür" hareketi ise, viral karakteri ve gerilla iletişim etkisiyle kısa zamanda çok daha fazla iş başarmış durumda (www.sansuresansur.org). Blogların kendi kendilerini kapatmasıyla başlayıp, kullanıcıların oluşturduğu malzemenin sergilenmesiyle, sticker'lar, afiş çalışmalarıyla ve son olarak da "yay!" hareketi ve bir dizi iletişim filminin yayılımyla devam eden hareket giderek büyüyor. Özellikle sosyal ağların ve medyanın etkin kullanımı ve internetten fiziksel dünyaya doğru yayılımcı karakteri bu hareketi farklılaştırıyor. İnternet sansürüyle mücadele etmek için yeni politik katılım teknoloilerini kullanmak iyi bir fikir.
BThaber, s:728, 12- 18 Temmuz 2009
30 Haziran 2009
Oyunun Kuralı - Sosyal, ekonomik ve teknolojik bir “arayüz” olarak internet
İnternet giderek gündelik, sosyal ve ekonomik hayatımıza daha fazla "gömülü" hale geliyor. İnternetin geleceğini "kökten farklı" bir dizi teknoloji belirleyecek gibi görünüyor. Bu teknolojiler yalnızca dijital ekosistemin etkileşim haritasını belirlemekle kalmayacak, interneti bizi çevreleyen dünya ile aramızda bir "arayüz" haline de getirecek.
Bir önceki yazımda “dijital ekosistem” oyuncuları arasındaki etkileşim haritasından ve internet-iletişim pazarlarındaki tüm yatırım, büyüme, verimlilik, üretim, dağılım ve paylaşım eğilimlerinin okunmasında bu haritanın rolünden söz etmiştim. Bu sosyo-ekonomik belirleyicilerden bağımsız görünen ve belli bir “kopma yaratan”, daha çok tekno-paradigma dönüşümlerine işaret eden, “kökten farklı” (disruptive) teknoloji eğilimleri de söz konusu. Ancak bu teknolojilerin inovasyon kapasitesi, yani hızla ticarileştirilebilir fayda sunma potansiyelleri yine ekosistem oyuncularının etkileşimi ve ekonomik davranışlarıyla belirlenmekte.
Gartner, 2009-2012 arasında BİT gelişimini belirleyecek yeni tekno-paradigmaları işaretleyen on “kökten farklı” teknolojiyi şöyle sıralıyor: Çok çekirdekli ve hibrid işlemciler; sanallaştırma ve örgü bilgisayar kullanımı (fabric computing- yeni nesil, dağıtık ve tamamen özelleştirilebilir çoklu bilgisayar ağları); sosyal ağlar ve sosyal yazılım; bulut bilgisayar kullanımı (cloud computing) ve platformları; web üzerinde bir veya birden fazla farklı veri kaynağını kullanarak bütünleşik uygulamalar oluşturma (web mashups); kullanıcı arayüzü; her yerde hazır ve nazır bilgisayar kullanımı (ubiquitous computing); bağlamsal bilgisayar kullanımı (contextual computing); genişletilmiş gerçeklik (augmented reality); semantik...
Özellikle Web 2.0 ile birlikte hayatımıza giren ve esnek bağlantı imkanı, ağ etkisinin yaygınlaşması ve sosyal ağlar ile belirginleşen bu teknolojiler dijital ekosistemin gelişimini bütünleyecek. Bu genel gelişme BİT evrenini doğrudan etkileyecek. Bu gelişmede öne çıkan tekno-paradigma ise etkileşim, paylaşım, sanallaştırma, dağıtık ağ yapıları ve ortak aklın ağ mevcudiyeti olarak semantik çerçevesinde şekilleniyor. Bu yapıyı doğru okursak: mobil internet, bulut/örgü web platformları ve hizmet yönelimli mimarinin (SOA), BİT kullanımını değiştireceğini; mobil robotlar ve RFID’nin, otomasyonda ilerlemenin yönünü belirleyeceğini; internet tarafsızlığı ve yönetişimi ile ilgili tartışmaların ise sosyal ağların geleceğini etkileyeceğini öngörebiliriz. Yani internet giderek hayatımıza daha fazla “gömülü” olacak ve sosyal, ekonomik, teknolojik bir “arayüz” haline gelecek...
BThaber, ,s:726, 29 Haziran – 5 Temmuz 2009
16 Haziran 2009
Oyunun Kuralı - Dijital ekosistem haritası
İnternet - iletişim pazarındaki yatırım, büyüme, verimlilik, üretim, dağılım ve paylaşım eğilimleri ve teknolojik “kopma”lar, ancak Dijital Ekosistem oyuncuları arasındaki etkileşim haritası ile anlam kazanabilir.
BİT gelişimini belirleyen belli “yasalar”dan söz edilir: Moore Yasası - işlemci gücü her 18-24 ayda bir ikiye katlanır; Disk Yasası - depolama her 12 ayda bir ikiye katlanır; Fiber Yasası – iletişim kapasitesi her 9 ayda bir ikiye katlanır; Metcalfe Yasası - ağın değeri ona bağlı aygıtların sayısının karesiyle orantılı olarak artar; Topluluk Yasası - içerik 2x oranında artar ve “x” iletişimde bulunan insanları sayısını temsil eder... Yani, daha fazla bilgisayar gücüyle, daha fazla depolama ve iletişim kapasitesiyle genişleyerek değer kazanan ağlarda oluşan topluluklar neredeyse sonsuz içerik yaratmakta ve bu durum toplumun sosyo-ekonomik yapısını hızla dönüştürmektedir.
Genişbantın gelişimi, teknolojik ilerleme ve azalan operasyon maliyetleri, BT, telekom, medya ve eğlencenin birbirine nüfuz etmesini sağladı ve “Dijital Ekosistem” oluşmaya başladı. Herhangi bir sağlıklı ekosistemin ortak fayda yaratmak için paydaşlarının etkileşime girmesini sağlaması gibi, “Dijital Ekosistem” katılımcılarının etkileşimi de ekonomik değer yaratıyor.
Farklı oyuncular farklı düzeylerde etkileşime girerek birbirlerinin alanına sızıyor: İçerik yaratımı, sunum platformları, bağlantı ve taşıma hizmetleri, tüketici elektroniği üretimi, arabulucular ve arayüzler gibi düzeylerde, içerik sağlayıcılar sunum platformlarına, aygıt üreticiler hizmet platformlarına, ağ operatörleri içerik sağlama mekanizmalarına, kablo ve uydu operatörleri telekom hizmetlerine, portallar içerik sağlama ve WiFi/telefon ağlarına, kullanıcı-temelli içerik platform sunucuları bunların tümüne ve “korsanlar” her tür yeni ağ yapısına nüfuz ediyor. “Yakınsama”dan çok, “çarpışma”, “füzyon” ve “mutasyon” terimleriyle algılanabilecek bir süreç: Oracle’ın Sun’ı alarak yazılım/donanım dengesini lehine çevirmesi, arama motorları savaşının kızışması, sanal işletim sistemleri, sanal yazılımlar ve bulut / örgü platformları cephesinin açılması, arayüz paradigmalarında değişim, genişletilmiş gerçeklik ve “ortak akıl”a yönelen web 3.0... İnternet - iletişim pazarındaki tüm bu yatırım, büyüme, verimlilik, üretim, dağılım ve paylaşım eğilimleri ve teknolojik “kopma”lar, ancak Dijital Ekosistem oyuncuları arasındaki etkileşim haritası ile anlam kazanabilir. Yaşadığımız dönüşüm anında bu kılavuza ihtiyacımız var.
BThaber, s:724, 15 - 21 Haziran 2009
04 Haziran 2009
Oyunun Kuralı - Eurovision ve rekabet arzumuz...
Krizi avantaja dönüştürmenin tek yolunun rekabet avantajı yaratmak olduğu açık. Rekebet edebilirliğin temel kaynağının verimlilik ve inovasyon olduğu, bunların da ancak BİT, bilim, teknoloji ve eğitim performansını artırarak geliştirilebileceği ortada. Bunun tek yolu ise cesur reformlar.
IMD’nin (Uluslararası Kalkınma Yönetimi Enstitüsü) 2009 Dünya Rekabet Gücü Yıllığı 20 Mayıs’ta açıklandı. Yıllık, ülkelerin rekabet gücünü 329 kriter temelinde karşılaştırıyor. Raporun Türkiye bölümü IMD’nin ülke ortağı olan TÜSİAD tarafından hazırlanıyor.
İlk beş sırada ABD, Hong Kong, Singapur, İsviçre ve Danimarka var. Türkiye geçen yıla göre bir basamak ilerleyerek, 57 ülke içinde 47. sıraya yerleşmiş. Geçen yıl Türkiye’nin gerisinde olan Endonezya 10 basamak yükselerek 42. sıraya ve Meksika ise 4 basamak yükselip 46. sıraya oturmuş. Önceki yıl önümüzde olan Rusya 2, İtalya 4, Romanya 9 ve Yunanistan 10 basamak gerileyerek arkamıza geçmişler.
Böyle maç skoru gibi verince, tablo pek de fena görünmüyor! Maalesef ayrıntılara girildiğinde durum iç açıcı değil! Ekonomik performansta 1 basamak gerileyerek 54., kamu verimliliğinde 4 basamak gerileyerek 48. ve altyapı verimliliğinde 3 basamak gerileyerek 45. olmuşuz. Özel sektör verimliliğinde ise 6 basamak ilerleyip 31. sıraya yükselmişiz. Genel sıralamada bir basamak yükselmemizin nedeni de, özellikle kurumsal yönetişimin geliştirdiği özel sektör verimliliği. Burada da 44. sıradaki işgücü piyasası bizi aşağı çekiyor. Bu arada, 2005 genel sıralamasında 39. olduğumuzu hatırlarsak, dört yılda 8 basamak gerilediğimiz sonucuyla yüzleşmemiz gerekiyor!
Altyapı verimliliği ile ilgili sonuçlar bizi özellikle ilgilendiriyor. Teknolojik altyapıda 46., bilimsel altyapıda 47., eğitimde 52. sıradayız. Bu değerler ortalamanın çok altında. TÜSİAD da, “ihracatta yüksek teknolojik ürünlerin oranı ile ortaöğrenim ve üniversite performansının düşüklüğü”nün en önemli altyapı sorunları olduğunu vurguluyor. BİT, bilim-teknoloji ve eğitim politikalarımızın durumu ile ilgili son üç yılda global değerlendirmeler hep aynı sonucu veriyor: geriliyoruz!
Krizi avantaja dönüştürmenin tek yolunun rekabet avantajı yaratmak olduğu açık. Rekebet edebilirliğin temel kaynağının verimlilik ve inovasyon olduğu, bunların da ancak BİT, bilim, teknoloji ve eğitim performansını artırarak geliştirilebileceği ortada. Bunun tek yolu ise cesur reformlar. Konjonktürün dönme dolabında başı dönmüş siyasetçilerimize bunu nasıl anlatmalı? Eurovision mu desek, işte bu da rekabet mi desek?..
BThaber, s:722, 1 – 7 Haziran 2009
21 Mayıs 2009
Oyunun Kuralı - Yaklaşan “reel” krizler
Ekonomik kriz bir şekilde “yönetilebilir”. Oysa, aklımız cebimizdeyken düşünmediğimiz, yönetilmesi zor krizler kapıda! Dünya Ekonomik Forumu’nun koridorlarında endişeyle konuşulan “reel kriz üçgeni” mesela: Küresel gıda, enerji ve çevre krizleri...
Herkes ekonomik krizin nasıl yönetileceğini konuşuyor. G20 zirveleri bunun cevabını verdi aslında: “Küresel yönetişim” ve teknolojik inovasyon... Bu, bir yandan krizin en büyük riski olan korumacılıkla mücadele ederken, öte yandan finansal sistemi denetleyerek inovasyona kaynak yaratacak bir yönetişim yapısını kurgulamak demek. Bu yapıyı tesis edecek olan irade de küresel bir ağ yapısıyla bağlanan devletler... Yani sadece kapitalizm değil, ulus-devletler de dönüşüyor.
Ekonomik kriz bir şekilde “yönetilebilir”. Oysa, aklımız cebimizdeyken düşünmediğimiz, yönetilmesi zor krizler kapıda! Dünya Ekonomik Forumu’nun koridorlarında endişeyle konuşulan “reel kriz üçgeni” mesela: Küresel gıda, enerji ve çevre krizleri... Bunlar, reel mal üretimini, çevre gibi maddi koşullarla etkileyen alanlar...
Gıda krizi 2007-2008 arasında ciddi bir işaret verdi. Yıllık fiyat artışı mısırda %31, prinçte %74, soyada %87, buğdayda %130 oldu. Bir çok ülkede kanlı isyanlar başgösterdi. Gıda üretimi, enerji ve çevre ekonomisine, yani petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki yükselmeye, su kalitesi ve miktarındaki azalmaya, artan sıcak dalgaları gibi iklim koşullarına doğrudan bağlı. Daha doğrusu bunların tümü birbirine bağlı ve bu durum ekonomik durgunluğu, işsizliği, açlığı, iç savaşları ve otoriter rejimlerin yükselişini tetikliyor. Petrol savaşlarından sonra şimdi de sıra gıda ve su savaşlarına geldi! Küresel risk haritası giderek karmaşıklaşıyor. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Risk Ağı çalışmasına göre, dört alan tehlike sinyalleri veriyor: Sistemik finansal çürüme, gıda güvenliği, küresel tedarik zincirlerinde kopma ve enerji fiyat artışı riskleri... Buna yaklaşan iklim temelli çevre krizini de eklersek tablo belirginleşir.
Reel krizlere hazırlıklı olmak, ekonomik krizle aynı çözümü dayatıyor: Küresel yönetişim ve inovasyon... Küresel bir kaynak ve risk yönetişimi, ekonomik havza yönetimi, enerji ve metal sakıngan yerleşimler, çevre, enerji, gıda ve sağlık teknolojilerinde inovasyon, mevcut “işbirliği uçurumu”nun BİT ağlarıyla kapatılması... Yoksa gelecek krizlerin bedeli sadece refahımız veya işimiz değil, aşımız ve hayatımız olacak!
BThaber, s:720, 17 - 23 Mayıs 2009
11 Mayıs 2009
Oyunun Kuralı - “Yaratıcı Yıkım”
Sanayi devriminin neo-liberal paradigmasının, emperyal ulus-devlet kapitalizminin çöküşünü yaşıyoruz. Sistemik çöküş yapısal dönüşüm getirecek. Yaratıcı yıkım...
21. Yüzyılın ilk büyük ekonomik krizinin Wall Street üzerine Karl Marx’ın gölgesini düşürdüğü söyleniyor! Geçekten de S.S.C.B’nin çöküşüyle birlikte gözden düşen Marx’ın kitapları birden çok satmaya başladı! Ekonomi literatüründe Marx’tan yapılan alıntılar arttı. Yıldızı yükselen tek iktisatçı Marx değil. Ondan çok farklı birinin, Joseph Schumpeter’in adına da giderek daha sık rastlanıyor. 90’ların ortasında yoğunlaşan inovasyon tartışmalarıyla, “inovasyon ekonomisi”nin teorisyeni olarak ilgi görmüştü. Bugün ise gözden kaçan bir başka yaklaşımı çekim odağında: “Yaratıcı yıkım”...
Schumpeter’in 1929 krizi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında geliştirdiği “Yaratıcı Yıkım” teorisinin, “Büyük Buhran”la karşılaştırılan bu günlerde hatırlanması doğal. “Kapitalizm, doğası gereği bir ekonomik değişim biçimi ya da yöntemidir... Asla, ama asla durağan olamaz. Yaratıcı Yıkım süreci kapitalizmin asli olgusudur.” (Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, 1950) Bu, doğrudan ürün ve süreç inovasyonu mekanizmalarıyla ilgili. Yeni ürün ve süreçler eskilerinin yerini alır, yeniden yapılanma süreci tüm ekonomik akışlara nüfuz eder ve sistemik bir çöküşü tetikleyerek yapısal bir dönüşüme neden olur. Çünkü kesintisiz inovasyon, paradigma dönüşümünün derin taşıyıcısıdr.
Bugün olan da bu işte. 1929 krizi sonrası şekillenen küresel ekonomik sistem çöktü. 1973 kriziyle sarsılmaya başlayan, sanayi devriminin neo-liberal paradigmasının, emperyal ulus-devlet kapitalizminin çöküşünü yaşıyoruz. Önce hammadde devleri eridi, sonra askeri-endüstriyel kompleksler, şimdi de sıra eski ekonominin son kalesi finansta. Bunu yeni bir sistemik yapılanma izleyecek. İlk darbenin tetiklediği BİT’nin ekonomik yükselişi doruğuna ulaşacak. Temel ekonomik girdinin hammaddeden bilgiye dönüşümü süreci tamamlanacak. BİT ve ileri teknolojiler ekonomik ve sosyal hayatın bütününe “gömülü” hale gelecek. Enerji, çevre ve gıda krizleri, yani “reel krizler” kapıdayken, yaratıcı yıkım döngüsünün çabuk tamamlanacağını, bu krizlere kaynak planlama iradesi ve teknolojiyle cevap verebilecek yeni bir küresel yönetişim sisteminin doğacağını umalım.
BThaber, s:718, 3-9 Mayıs 2009
30 Nisan 2009
Oyunun Kuralı - ″Krizden çıkış BİT ile olacak″
AB ya kriz paketleri ile i2010 hedeflerinden taviz vermek zorunda kalacak ya da bu paketleri BİT’e odaklayarak hedeflerle krizden çıkışı ilişkilendirecek. Avrupa'nın, gelecekteki inovasyon ve büyüme kapasitelerine yatırım yaparak, oyununu küresel krizden yeni bir liderlik çıkartmak üzerine kurduğu görülüyor.
Geçenlerde TÜBİSAD’dan bir belge geldi. Avrupa Bilgi ve İletişim Teknolojileri Sanayici Dernekleri Konfederasyonu’nun (EICTA) ″Avrupa’da kısa vadede ekonomik büyümeyi harekete geçirmek için dijital önlemler″ konulu raporunun başlığı Avrupa Komisyonu başkanı Jose Manuel Barroso’nun bir demecinden alınmıştı: ″Kurtuluş dijital olacak″... Bunu, ″Krizden çıkış BİT ile olacak″ diye okumak da mümkün.
Rapor, ABD ve AB’nin kriz önlem paketlerini kısaca karşılaştırdıktan sonra, AB paketinin BİT odaklı açılımını sergiliyor. Lizbon ve i2010 stratejilerinin bilgi, inovasyon, büyüme, istihdam ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini BİT temelinde konumladığı düşünülürse, bu tutarlı bir yaklaşım. Çünkü AB ya kriz paketleri ile i2010 hedeflerinden taviz vermek zorunda kalacak ya da bu paketleri BİT’e odaklayarak hedeflerle krizden çıkışı ilişkilendirecekti.
Büyümenin sıfıra yaklaştığı, GSYH’nın keskin bir düşüş yaşadığı, işsizliğin kitleselleştiği bir Avrupa’da BİT nasıl bir kurtuluş umudu sunabilir? Avrupa Komisyonu’nun paketi, talebi canlandırmak için ekonominin satınalma gücünü artıracak ve istihdamı koruyacak klasik önlemlerin yanı sıra, bilgi-temelli düşük karbon ekonomisine geçişi hızlandıracak ″akıllı yatırım″ paketlerine odaklanıyor. Planın özü, yasal düzenleme, Ar-Ge ve ulusal yatırımların bu temelde senkronize edilmesi üzerine kurulu. Buna göre, yeni yatırımlar, biyoçeşitlilik ve su yönetimi gibi konulara odaklı tarım araştırmalarına, enerji, genişbant alanlarına ayrılacak. Genişbant gelişimi 2015’e kadar bir milyon yeni iş ve 850 Milyar Avro’luk bir ekonomik faaliyet anlamına geliyor. BİT Ar-Ge’si ise ″geleceğin fabrikaları″, enerjiyi etkili kullanan binalar ve ″yeşil otomobiller″e odaklanacak. Raporun tartışıldığı bir toplantıda, Avrupa Komisyonu’nun bilgi toplumu ve medyadan sorumlu üyesi Viviane Reding, BİT’e yatırım yapılması ve BİT kullanımının küreselleşmesiyle devasa bir büyüme potansiyelinin yakalanacağını söylüyor. Ama bunun için, birbiriyle çatışan 27 ayrı düzenleme yerine tek bir düzenlemeye ve beş yüz milyon vatandaşı kapsayan tek bir iç pazara ihtiyaç olduğunu da ekliyor.
Gelecekteki inovasyon ve büyüme kapasitelerine yatırım yaparak, Avrupa oyununu küresel krizden yeni bir liderlik çıkartmak üzerine kuruyor. Biz ne yapıyoruz dersiniz?
BThaber, s:716, 19-25 Nisan 2009
14 Nisan 2009
Oyunun Kuralı - İnovasyon paradigması değişiyor
İnovasyon ve rekabetçilik arasındaki ilişkilerin kümelenme ve yönetişim modelleri çerçevesinde mikro düzeyde geliştirilmesi ve "hub"lar halinde küresel ağa entegre edilerek değerlendirilmesi inovasyon alanında yeni bir sistemik mekanizmanın doğmakta olduğunu gösteriyor.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde inovasyonu belirleyen tekno-ekonomik paradigma köklü bir biçimde dönüşüyor. Bu değişimden önce inovasyon daha çok kitlesel üretim, ölçek ekonomileri ve ağırlıklı olarak kurumsal Ar-Ge kavramları etrafında biçimleniyordu. 20. Yüzyılın son otuz yılında bu durumun yerini, geniş ölçüde kapsam ekonomileri, bağlı olmanın yarattığı fayda, esnek üretim sistemleri ve Ar-Ge’nin gayri-merkezileşmesi aldı. Esneklik, bağlı olmak ve işbirliği, araştırma çeşitliliğini ve işbirliğine dayalı disiplinler arası yaklaşımları kolaylaştıran BİT üzerinde temelleniyor.
Ulusal "bilim-teknoloji politikaları" ve öngördükleri "ulusal inovasyon sistemleri" hızla dönüşen pazar koşulları tarafından aşıldı. İnovasyon mikro düzeylere nüfuz edip, firma, küme, bölge gibi ölçeklerde geliştirilerek sektörel sinerji adaları yaratmaya başladı. Sektörler özelinde, üniversite-iş dünyası-devlet işbirlikleri ve yerel dinamiklerle mikro düzeyde geliştirilen hızlı, esnek ve kolay ölçeklenebilir gayri merkezi sistemlerin kurulması öncelik kazandı. İnovasyon ve rekabetçilik arasındaki ilişkilerin kümelenme ve yönetişim modelleri çerçevesinde mikro düzeyde geliştirilmesi ve "hub"lar halinde küresel ağa entegre edilerek değerlendirilmesi inovasyon alanında yeni bir sistemik mekanizmanın doğmakta olduğunu gösteriyor. Örneğin, giderek güçlenen ‘’açık kaynak’’ eğilimini özellikle geliştiriciler arasında bir paylaşım ekonomisi yaratacak bir tarzda entegre eden ‘’açık inovasyon’’ yapıları Avrupa başta olmak üzere ön plana çıkıyor. Bilgi, üretim ve hizmetlerin, firmaları ve özellikle de tüketicileri kapsayan online topluluklar arasında paylaşımı inovasyonun geleceğini etkileyebilir.
Bir başka önemli trend de inovasyonun küreselleşmesi. 1990’ların başından itibaren çokuluslu şirketler, Ar-Ge alanındaki sınır-ötesi yatırımlarını gelişen ülkelerde konumlanmış Ar-Ge merkezlerini de içerecek bir biçimde arttırdı. Yerel, bölgesel ve giderek küresel pazarlar için birer teknoloji geliştirme odağına dönüşen bu araştırma merkezleri arasında hızla gelişen entegrasyon, küresel inovasyon ağlarının doğuşuna tanıklık ediyor. Bu ağlara entegre olmak Türkiye için büyük bir fırsat olabilir. Ancak bunun için, yeni paradigmalara ugun bir inovasyon ortamı yaratmak zorundayız. Mevcut Ar-Ge yasası ile bir yere varamayız.
BThaber, s:714, 6 – 13 Nisan 2009
30 Mart 2009
Oyunun Kuralı - Yazılım ve hizmet politikası
Türkiye’nin BİT sektöründe rekabet avantajı yaratabileceği tek alan olan yazılım ve hizmetler segmentinde bir politikamız yok. Oysa BİT sektörünün kriz sonrası rekabet avantajı yaratması buna bağlı.
Türkiye BİT sektöründe, donanım pazarındaki hacimler daha çok ithalat ve montaj ürünlerinin dağıtım ve satış kanallarındaki hareketlerden oluşuyor ve kar marjları oldukça düşük. BİT hizmetleri alanında Türkiye potansiyelinin çok altında bir performans gösteriyor. Yazılımda da durum farklı değil ve yeterli ürün çeşitlemesi, yeterli Ar-Ge ve inovasyon hareketi yaratılamaması bu segmentin rekabet avantajı sağlamasının önüne geçiyor. Bu durumun en önemli nedeni yazılım ve hizmetler alanında ne ulusal ne de sektörel bir stratejimizin olmaması ve bu segmentlerin ana akım ekonomiyle yeterli düzeyde ilişki kuramıyor olması.
Yazılım ve hizmet sektörlerinin yüzde 30’lar civarında büyümesi mümkün ve bu ancak KOBİ’lerin, kamu kurum ve kuruluşlarının ve son kullanıcıların pazara daha çok dâhil edilmesiyle gerçekleşebilir. Bu sektörlerin teşvik edilmesi için kısmi destekler mevcut, ama sektörün bütününe yönelik bir gelişimin izini göremiyoruz. Teşviklerin belli bir politika uyarınca sağlanmaması etkiniklerini azaltıyor. Türkiye’nin BİT sektöründe rekabet avantajı yaratabileceği tek alan olan yazılım ve hizmetler segmentinde bir politikamız yok. Etkili bir politika olmaksızın, rekabet avantajı odaklı, yeterli Ar-Ge yoğunluğuna sahip, verimli kümelenme yapılarını oluşturabilmiş, gerek kamu gerekse özel sektörde öncelikli tercih dinamiklerini oluşturabilen ve dış ticaretin geliştirilmesi için gerekli inovasyon kapasitesine sahip yazılım ve hizmet sektörlerinin gelişimi teşvik edilemiyor.
Bilgi Toplum Stratejisi’nin e-devlet odaklı olması, yazılım-hizmet segmentleriyle ilgili müphem ifadeler dışında herhangi bir açılım getirmemesi, BİT ile ilgili ufuksuzluğun göstergesi. E-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nda, başta YASAD ve TÜBİSAD olmak üzere BİT STK’larının konuyu defalarca gündeme getirdiğini biliyorum. Çeşitli strateji önerileri de geliştirdiler. Ama İcra Kurulu’nda anlık bir ilgiden fazlasını bulamadılar. BİT STK’larının sorunu artık kamuoyunun ve özellikle iş dünyasının gündemine taşımaları ve etkin bir lobi faaliyeti yürütmeleri gerekiyor. BİT sektörünün kriz sonrası rekabet avantajı yaratması buna bağlı.
BThaber, s:712, 22 – 28 Mart 2009
16 Mart 2009
Oyunun Kuralı - Ar-Ge ve inovasyon karnemiz
Türkiye Ar-Ge ve inovasyon endekslerinde hep aşağılarda yer alıyor. Bu konuda bir politika zafiyetimiz olduğu açık. Kriz sonrası kalıcı rekabet avantajı yaratmanın tek yolunun inovasyon olduğunu düşünürsek, aklımızı başımıza toplamamızın zamanı geldi de geçiyor demektir.
R&D Magazin’in 2008 Küresel Ar-Ge raporuna göre, Türkiye Ar-Ge’nin GYSİH’ya oranı bakımından ülkeler sıralamasında 25. sırada yer alıyor. Bu oran 2006 yılı itibarıyla binde 7 düzeyindeydi. Yıllık Ar-Ge yatırımı 4.8 milyar dolar olan Türkiye'nin 10 sıra atlayarak ilk 15'e girebilmesi için bu tutarı 13 milyar dolara çıkarması, yani 4 kat artırması gerekiyor.
Türkiye’de Ar-Ge fonlaması içinde özel sektörün payı artarken devlet payı ise azalıyor. Raporun 2009 yılı için tahmini bu dağılımın yüzde 70 özel sektör, yüzde 29 ise devlet olarak gerçekleşeceği yönünde. Bu öngörü fazla iyimser. Halen Ar-Ge fonlamasında kamu sektörünün payı oldukça yüksek. Gerçi bu oran yılar içinde giderek azalırken özel sektörün payı artıyor ve bu sağlıklı bir gelişme. Öte yandan son yıllarda TÜBİTAK’a aktarılan fonların artmasıyla kamu sektörünün katkı payının yine ağırlaşmış olduğu tahmin edilebilir.
Ar-Ge harcamalarını gerçekleştiren kesimlerin dağılımına baktığımızda ise üniversitelerin ağırlıklı olduğunu, onu özel sektörün izlediğini ve kamunun harcama payının nispeten düşük kaldığını görüyoruz. Ar-Ge faaliyetlerinin ağırlıklı olarak üniversitelerde gerçekleşiyor olması, Ar-Ge’nin ticarileştirilmesi bakımından sorunlar olduğunun bir göstergesi olarak algılanmalı. Özel sektörün Ar-Ge yoğunluğundaki yetersizlik bir yandan bu faaliyetlerin yüksek maliyeti, öte yandan bilgiye erişimdeki güçlükler ve Ar-Ge elemanı yetersizliğiyle açıklanabilir.
Türkiye’de genel Ar-Ge harcamaları içinde BİT Arge’sinin payını ölçmek için yeterli veri bulunmuyor. 2008 OECD patent verilerine göre Türkiye’de BİT patentlerinin toplam patentlerin içindeki payı yüzde 10’un altında. Finlandiya, Singapur, Çin gibi ülkelerde bu oran yüzde 50’nin üzerinde seyrederken, AB25 ortalaması yüzde 30’lar civarında bulunuyor. Bu bağlamda tüm sektörlerde zaten yetersiz Ar-Ge yoğunluğuna sahip olan Türkiye, BİT Ar-Ge’si bakımından ortalamanın çok altında bulunuyor.
Dolayısıyla Pro Inno Europe’un 2008 Avrupa İnovasyon İlerleme Raporu’nda, Türkiye’nin sonuncu sırada olması şaşırtıcı değil. Raporun bu durumu Ar-Ge ve inovasyonla ilgili politika zafiyetlerine bağlaması ise uyarıcı. Kriz sonrası kalıcı rekabet avantajı yaratmanın tek yolunun inovasyon olduğu düşünülürse durumumuz pek parlak sayılmaz.
BThaber, s:710, 09-15 Mart 2009
12 Mart 2009
Oyunun Kuralı - Kriz, BİT ve işsizlik
İnsana yatırımın BİT sektörü için can alıcı önem taşıdığı maalesef Türkiye’de pek anlaşılmıyor. "Kriz paketleri"nde insan kaynağı kolaylıkla harcanabilir bir kalem olarak BİT harcamalarının hemen yanındaki yerini alıyor! Sonra da bilgi ekonomisine uygun "sosyal sermayeyi" neden yaratamadığımızı soruyoruz!
Küresel kriz ekonomik durgunluğun yanı sıra yoğun bir işsizlik artışı da getiriyor. Gerek teknoloji sektörleri ve BİT sektörü içinde gerekse diğer sektörlerdeki BİT istihdamı işsizlik dalgasından nasibini alıyor. Microsoft, Nortel, Motorola, Yahoo, Nokia, Sony, Google, Electronic Arts kriz paketi olarak kitlesel işten çıkarmalara gittiklerini açıklayan firmalardan sadece bir kısmı. Ekonomi genelindeki BİT işgücünde işten çıkarmaları ve istihdamda dışkaynak kullanım eğilimini buna eklediğimizde durum vahimleşiyor.
Ülkemizde de durum farklı değil. İnsana yatırımın BİT sektörü için can alıcı önem taşıdığı maalesef Türkiye’de pek anlaşılmıyor. Zaten hangi sektörde insan kaynağının en temel gayri-maddi sermaye olduğu gerçeği anlaşıldı ki? Burada işsizlik hem sistemik hem de kültürel bir sorun. "Kriz paketleri"nde insan kaynağı kolaylıkla harcanabilir bir kalem olarak BİT harcamalarının hemen yanındaki yerini alıyor! Sonra da bilgi ekonomisine uygun "sosyal sermayeyi" neden yaratamadığımızı soruyoruz! Tek avuntu bu işgücünün nitelikli, esnek ve mobil olması, dolayısıyla kriz sonrası istihdama geri dönüş konusunda diğer işgücü gruplarına göre belirgin bir avantaj sağlaması.
BİT sektöründe işsizlik tehdidi yaşayan ya da işsiz kalanlar en iyi bildikleri konuda, yani ağ yapıları alanında çözüm aramaya başlıyorlar. Zaten bu ağ temelli esnek çalışma modeli BİT’nin işgücü pazarına yaptığı en önemli etkilerden biri. Birçok ülkede topluluk ağları işsizliğe karşı bir çare olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar bir araya gelip, yani bir kümelenme oluşturup, bir topluluk ağında örgütlenip becerilerini birleştirerek, düşük maliyetli ve yüksek katma değer taşıyan ürün ve hizmetler sunup yine ağın nimetlerini kullanarak bunları pazarlayabiliyor. Üstelik bunu maaş çarkına girip şirketlerin hantal yapılarını finanse etmeden yapıp, aracıları aradan çıkararak daha fazla kazanıyorlar. Bu iş temelli topluluk ağlarını "ortaklaşa kapitalizm", "peer-to-peer ekonomisi", "wikonomics" ya da daha iyisi "ağ kapitalizmi" kavramlarıyla nitelemek mümkün. Girişimcilik, esneklik ve yaratıcılıkla birleştiğinde ağlar üzerinde harikalar yaratıyor. Ortaklaşa yapılar içinde gerçek ortak paydayı keşfetmenin yolları bize de açık. Belki de bu tecrübeyle etkili ve bize özgü farklı istihdam modelleri yaratabiliriz.
BThaber\ s:708\, 23 Şubat – 1 Mart 2009