24 Ağustos 2010

Oyunun Kuralı - Wikileaks, basın özgürlüğü ve bilgi edinme hakkı

Artık iktidar oyunu bilginin denetimi üzerinde dönüyor ve bu oyunu oynamak da giderek zorlaşıyor...

Bu günlerde bir adam ve kurduğu internet sitesi ABD hükümetine soğuk terler döktürüyor. Julian Assange ve Wikileaks’ten söz ediyorum. Site, devletlerin ve şirketlerin kirli sırlarını hepimizin bilgisine açmakla ünlendi. Geçen yıl sitenin yayınladığı “collateral murder” adlı, Irak’ta gazeteci ve çocukların da içinde bulunduğu silahsız bir gruba karşı girişilen katliam videosu ABD’nin çok canını yakmıştı. “Afgan günlüğü” adlı yeni dosya ise ABD ve müttefiklerinin 2004 - 2010 arasında Afganistan’da işlediği savaş suçlarını açık eden binlerce sayfalık belgeden oluşuyor. Bu sefer tehlikede olan “imaj”dan çok daha fazlası!

FBI, Assange ve Wikilieaks gönüllülerinin peşinde; ama bu kez “hedef”ler El Kaide militanına benzemiyor pek! Bush’un metin yazarı ultra sağcı Marc. A. Thiessen gibileri, Wikileaks’in faaliyetini “terörist saldırı” olarak niteleyip, Assange’ın CIA tarafından askeri bir operasyonla “kaçırılmasını”, hatta basın özgürlüğü adına onu koruyan İsveç, Belçika, İzlanda gibi ülkelere operasyon düzenlenmesini isteyecek kadar çileden çıktı! Hele İzlanda, ülkeyi basın özgürlüğünün cenneti haline getirecek, oluşturulmasında Assange’ın da ciddi katkısının olduğu “Modern Medya İnisiyatifi’ni parlamentosunda kabul ederek ABD otoritelerini çıldırttı! Çünkü artık iktidar oyunu bilginin denetimi üzerinde dönüyor ve bu oyunu oynamak da giderek zorlaşıyor...

Wikileaks’in yaptığı, bir ağ-dünyaya dönüşen küremizde, haber alma özgürlüğü adına hepimizin bilgi edinme hakkını korumaktan ibaret. Çünkü ifşa edilen kirli sırlar, hepimizin hayatını karartan insanlık suçlarıyla ilgili. ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerinin nasıl bir dezenformasyon kampanyasına, yalanlara, entrikalara dayandığını o işgaller gerçekleşmeden öğrenmiş olsaydık, dünya bugün farklı bir yer olabilirdi. Petrol ve silah devlerinin kirli sırlarından zamanında haberdar olsaydık, yüz binlerce insan bugün hayatta, devasa alanlar kirletilmemiş, gıda, enerji, iklim krizleri patlamamış olurdu.

Basın özgürlüğünün her gün ihlal edildiiği, sansürün iktidar teknolojisi haline geldiği, bilgi edinme hakkının adı dışında varlığına tahammül gösterilmeyen ülkemde de bir Wikileaks’e ihtiyaç var... İnternet sağolsun!

10 Ağustos 2010

Oyunun Kuralı - Bilişim STK’ları ne yapmıyor?

STK’ların birer “çıkar grubu” olması doğaldır; ancak bu STK’lar yönetimle ilişkilerinde konjonktürel bir paylaşıma girmeyi yeğleyip söz konusu “çıkar”ı sürdürülebilir faydaya dönüştürmeyi başaramadılar.

Geçen yazımda “bilişim STK’ları ne yapıyor” diye sormuştum. Bu sefer ne yapmadıklarını sorgulayalım ki yapmaları gereken ortaya çıksın. Burada, TBV, TBD, TÜBİSAD gibi ana akım STK’ları kastettiğimi tekrar hatırlatayım.

Aslında bu soruyu yine bu köşede, Eylül 2006’da da sormuştum: “Ülkemizde merkezi yönetsel paradigmaların hakimiyeti dolayısıyla sivil toplum alanı yeterli bir gelişme dinamiği yakalamakta gecikti. Ekonomik ya da sosyal alanlarda faaliyet gösteren STK’lar, çoğunlukla kendi yönetsel mekanizmalarında merkezi yönetim paradigmasını yansılayıp işlevsiz kaldılar. STK’ların birer “çıkar grubu” olması doğaldır; ancak bu STK’lar yönetimle ilişkilerinde konjonktürel bir paylaşıma girmeyi yeğleyip söz konusu “çıkar”ı sürdürülebilir faydaya dönüştürmeyi başaramadılar. En temel işlevleri bilgi akışını yöneterek, görüşlerini yeterli iletişim düzeyine taşıyarak temsil ettikleri kesimlerin demokratik katılımını sağlamak, yani “izleme ve baskı grubu” kurmak olan STK’lar, hükümetler ve bürokrasiyle aralarındaki konjonktürel “çıkar ilişkisi” nedeniyle bu işlevi yerine getirmekte zorlandılar. Bunun doğal sonucu ise, ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulması sürecinin bir yönetişim düzenine dönüştürülmesinde etkisiz kalmaları oldu. Kamu yönetiminde STK katılımı bir imaj operasyonuna indirgendi. Politikasızlığın boşluğunu “eylem planları”yla doldurmaya çalışan hükümet ve bürokrasi gibi, STK’larımız da katılımsızlığın ve etkisizliğin avuntusunu projelerde, raporlarda, zirvelerde, şuralarda arıyor.” (BThaber, S: 588) Herhalde isim vermediğim için o zaman bu satırları kimse üzerine alınmadı.

O günden bu güne bilişim STK’ları için her şey daha da kötüye gitti. 2008’e kadar e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nda belli bir etkinlik gösterdiler, izleme, değerlendirme raporları yayınladılar, sektörün sorunlarını iletmeye çalıştılar. Ama Ulaştırma Bakanı’nın operasyonu sonucunda İcra Kurulu ve DPT atıl kalınca, kendileri de sansür yasasıyla kurulmuş İnternet Kurulu’nda etkisizleşince, bu etkinlik söndü. Şu anda tek yaptıkları bir türlü çözülemeyen, bu gidişle çözümüne katkıda da bulunamayacakları “sektörün sorunlarını” anlatmak ve Ulaştırma Bakanı’na dezenformasyon malzemesi vermek.

Geçen yazıma bir çok olumlu tepki aldım. Bu örgütlerin tabanı da durumdan rahatsız. Yazıma olumsuz tepkiler de aldım, ama dolaylı yoldan. Umarım bu dolaylı tepkiler kendini açıklama çabasına dönüşür. Çünkü sivil toplum kuruluşunun asli özelliği sorumluluk, hesap verebilirlik ve şeffaflıktır.

28 Temmuz 2010

Oyunun Kuralı - Bilişim STK’ları ne yapıyor?

Güçlü bir sivil toplum faaliyeti, on yıllardır denene denene başarısız olduğu kanıtlanmış pazarlıklarla, güdümlü faaliyetlerle, suskunlukla yapılamaz. Bilişim STK'ları sansür kanunuyla kurulmuş, atıl bir “İnternet Kurulu’nda temsilci barındırmanın “etki göstermek” olduğunu sanıyor. Oysa bu oluşumların etkisi iki yıldır dramatik bir biçimde “sönüyor”!

Ne zamandır “ana akım” bilişim STK’larından umudu kesmiştim. Ama yaşadığımız son “Google skandalı” ve Ulaştırma Bakanı’nın uluslararası bir şirkete savaş ilan ederek unutturmaya çalıştığı, devletin internete ve temsil ettiği her şeye karşı olumsuz yaklaşımına karşı tavırları, benim için bir eşiği temsil ediyor.

(İNETD, LKD, TZV, PKD, BİLTEDER gibi örgütleri tenzih ederek) “ana akım” bilişim STK’larımız derken, TBD, TBV, TÜBİSAD gibi oluşumları kastediyorum. Söz konusu kuruluşlar bu badirede gerçekten kötü bir sınav verdi. Bir kısmı tamamen sessiz kaldı (TBV gibi). Bir kısmı durumu kısık sesle eleştirdi, fakat “Google da şöyle” gibi söylemler kullanarak Bakan’ın dezenformasyon kampanyasına kurban gitti (TÜBİSAD gibi). Bir diğer kısmı ise çok daha talihsiz bir tavır sergileyerek söz konusu dezenformasyon kampanyasını daha da geliştirdi (TBD gibi). Yöneticileri, söz konusu olanın internet sansürü ve buna yol açan 5651 sayılı yasa olduğunu, Google’ın veya YouTube’un sözde “suçunun” buna bahane olarak kullanılamayacağını, üstelik bu söylemlerin hukuki hiç bir gerekçesinin olmadığını en az benim kadar bilmelerine rağmen...

Sorumluluk sadece bu kuruluşların yöneticilerinde mi, ondan da emin değilim. Hepsini aynı torbaya koymak da pek mümkün değil. Birisi meseleye iş dünyası odaklı yaklaşırken diğeri kamuya aşırı yakınlığının etkisinde kalıyor. Ama tümü sansür kanunuyla kurulmuş, atıl bir “İnternet Kurulu’nda temsilci barındırmanın “etki göstermek” olduğunu sanıyor. Oysa bu oluşumların etkisi iki yıldır dramatik bir biçimde “sönüyor”!

Artık şapkayı önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Çünkü güçlü bir sivil toplum faaliyeti, on yıllardır denene denene başarısız olduğu kanıtlanmış pazarlıklarla, güdümlü faaliyetlerle, suskunlukla yapılamaz. Başka ülkelere bir bakın: Bırakın STK’ları, sektörün tepesindeki isimler bile lobi faliyeti yürütmekten, hukuku kullanmaktan, sivil inisiyatifleri desteklemekten geri durmuyor.

Hadi sivil hak ve özgürlüklerden geçtim; bu tavırlarınızla “sektörün” önünü de kapattığınızı, stratejik bir aktör gibi davranmadığınızı, küresel ekonomiye entegre olma fırsatını kaçırdığınızı, çünkü olumsuz düzenlemelerin ülkeyi (sizin asla “oyuncu” olamayacağınız) bir “pazar” olmaya mahkum ettiğini de mi göremiyorsunuz?

16 Temmuz 2010

İnternet sansürden daraldı. Sokağa çıkıyor!



Sansürlenen internet daraldı. Sokağa çıkıyor! 17 Temmuz 2010 Cumartesi saat: 17.00'de Taksim Meydanı'nda buluşup İstiklal Caddesi Üzerinden Galatasaray Meydanı'na kadar yürüyeceğiz! Sansürsüz internet isteyeceğiz.


"Bizler, internet kullanıcıları olarak; Bilgi Çağına uymayan hukuk kurallarını kabul etmiyoruz: Devlet kurumları tarafından son zamanlarda izlenen Internet politikasının aleni sansür olduğunu biliyoruz. 5651 sayılı kanun ile baskılayamadıkları internet kullanımını hukuk dışı alengirli çözümlerle kontrol etmeye çalışan zihniyeti artık dinlemek istemiyoruz!

Bizler, 6.000’den fazla web sitesi ebediyen erişime engellenmişken, ve bu sayı günden güne artarken artık susmayacağız. Temel hak ve özgürlüklerimize müdahale niteliğindeki uygulamalar karşısında sessiz kalmayacağız.

Bizler, vatandaşların ifade özgürlüğü ve bilgi edinme hakkı engellenemez mantrasıyla internette biraraya geldik ve çözümü sokakta arıyoruz. Ulaştırma Bakanı’nın, BTK, ve TİB’in geçtiğimiz ay içinde keyfi sansür uygulamaları ile kamuoyunu yanlış bilgilendirmesini ve Türk Internet Sansür Sistemi’nin altyapısını oluşturan 5651 Sayılı Kanunu protesto etmek, vatandaşlara hukuka aykırı uygulamaları anlatmak ve gerçeklerle buluşmak için 17 Temmuz günü saat 17.00’da Taksim Meydanı’ndan Galatasaray Meydanı’na yürüyoruz. Biz yürürken, minik kelebekler bizimle beraber uçacak."

SANSÜRSÜZ İNTERNET İSTİYORUZ!

Oyunun Kuralı - “İnternette Sansüre Karşı Ortak Platform”


İnternette Sansüre Karşı Ortak Platform, "vatandaşların Anayasa’da güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerini korumak hükümetin ve idarenin asli görevidir; bu güvencenin sağlanmaması halinde sorumluların istifa etmesi demokratik bir toplumun zorunlu sonucudur" diyerek, TİB İnternet Daire Başkanı Osman Nihat Şen'i, BTK Başkanı Tayfun Acarer'i ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı istifaya davet etti.

Artık hepimizin aşina olduğu, ayrıntılarını anlatmaya gerek duymadığım “Google skandalı”, internet sansürü için yeni bir aşamayı işaretledi. Tepkiler kitleleselleşti. Aralarında Cyber-rights, İNETD, Sansüresansür, Netdaş, LKD, EMO, TMMOB, TİHV, TİEV, TZV, Türk Kütüphaneciler Derneği, ÜNAK, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Bilişim Muhabirleri Derneği, Ekşi Sözlük, Neonebu, Kaos GL, Genç Siviller, Bianet gibi çok farklı oluşumların bulunduğu 50’ye yakın sivi toplum kuruluşu, sivil inisiyatif, haber ağı, web sitesi, ilk kez, internette sansüre karşı güçlerini birleştirmek üzere bir Ortak Platform kurdu (Platformun web sitesi için buraya tıklayın). Platformun ilk eylemi bir deklarasyon yayınlayarak bunu imzaya açmak oldu.

“Temel Hak ve Özgürlükler Engellenemez”, "Hukuka Aykırı, Ölçüsüz ve Keyfi İdari İşlem Demokratik Hukuk Devletinde Kabul Edilemez"; "Sansür Amaçlı Kullanılan 5651 Sayılı Kanun Kaldırılmalıdır"; "Çocukların Zararlı İçerikten Korunması için Öngörülen Devlet Politikası Yetişkinleri Etkilememelidir" başlıklarını içeren Deklarasyon, "vatandaşların Anayasa’da güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklerini korumak hükümetin ve idarenin asli görevidir; bu güvencenin sağlanmaması halinde sorumluların istifa etmesi demokratik bir toplumun zorunlu sonucudur" diyerek, TİB İnternet Daire Başkanı Osman Nihat Şen'i, BTK Başkanı Tayfun Acarer'i ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı istifaya davet etti.

CHP Milletvekili Emrehan Halıcı, bu deklarasyonu 24.06.2010 tarihli TBMM oturumuna taşıyarak Ulaştırma Bakanı’nından cevap istedi. Bakan cevapladı. Tutanaklara geçen bu konuşma maddi hatalarla, yanıltıcı bilgilerle ve ilgisiz referanslarla doluydu ve bırakın soruları cevaplamayı, durumu ağırlaştırdı. Medyaya “Google bize savaş açtı” veciz ifadesiyle yansıyan bu konuşmadaki sorunları burada saymak imkansız; ama Platform bunu yapacağını ve Bakan’dan açıklama isteyeceğini duyurdu. Ben de Bakan’ın cevaplarını merakla bekliyor olacağım. Yıldırım’ın hatalarını araştırmadan “haber” diye veren bazı köşe yazarlarından da açıklama isteyeceğim. Google’a bile bakmamışlar!

Ulaştırma Bakanı AB ülkelerinden örnekleri yanlış bir biçimde aktarmayı seviyor, ama içerik suçlarıyla mücadele için suçlu yerine masum vatandaşları cezalandırmak ve sansür anlamına gelen erişim engellemeye başvuran tek bir hukuk devleti gösteremiyor. Sonra da “hukuk devletine saygı” istiyor...


Oyunun Kuralı - Google ve “sansür ekonomisi”!

Madem milli ekonomiyi bu kadar düşünüyor, Ulaştırma Bakanı'na bir önerim var: ağ ekonomisine henüz hazır olmayan ulus-devlet vergi hukuku literaratürüne vergi almak için site engellemek gibi bir fanteziyi hediye edeceğine, ABD gibi, e-ticaret başta olmak üzere internet sektörüne vergi moratoryumu getirsin; bilgi ve iletişim teknolojileri üzerindeki ağır vergi yükünü kaldırsın; internet sektörümüz adil ve verimli bir rekabet ortamında gelişsin. Elbette bu arada vergi tabanı adaletsizliğine de çözüm üretse fena olmaz!

Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) Youtube’u IP temelinde bloklayacak yeni bir sistemi “denemesi” yüzünden ciddi bir “Google kesintisi” yaşadık. “Denemesi” diyorum, çünkü skandal o kadar büyüktü ki, bunu amaçlı olarak yapmış olduklarına inanmak istemiyorum! Tüm Google hizmetleri, dolayısıyla bu hizmetleri kullanan tüm siteler ve kullanıcılar ciddi sorunlar yaşadı.

TİB topu Google’a attı, hatta şirketin, sırf kendilerini zor duruma düşürüp yasakçı ilan etmek için IP değiştirdiğini iddia etti! Oysa Youtube hakkındaki mahkeme kararını yetkisiz bir biçimde yorumlayıp, Google’ın dinamik olarak kullandığı IP’leri bloklayan kendileriydi. Bu konuda TİB’e karşı açılmış iki dava var. Sonucu takip edeceğiz. Ayrıca internetle ilgili yasakçı kimliğimizi göstermek için böyle “hain bir komplo”ya gerek yok; 5651 sansür yasası ve engellenen dört bine yakın site yeter!

Başta Ulaştırma Bakanı olmak üzere otoriteler, ulusal ve uluslararası tepki karşısında her zamanki gibi “milli ekonomi” ve “vergi” panik butonlarına bastı! Youtube engellemesinin vergi ile en ufak bir hukuksal bağı olmamasına rağmen, popülist söylemlerle sansüre kılıf geçirmeye yeltendiler. İşe yaramıyor da değil hani. Hemen, “bunlar zaten vergi de vermiyor, yasaklayalım, ‘milli motor’ yapalım” diyenler çoğaldı!

Madem milli ekonomiyi bu kadar düşünüyor, Bakana bir önerim var: ağ ekonomisine henüz hazır olmayan ulus-devlet vergi hukuku literaratürüne vergi almak için site engellemek gibi bir fanteziyi hediye edeceğine, ABD gibi, e-ticaret başta olmak üzere internet sektörüne vergi moratoryumu getirsin; bilgi ve iletişim teknolojileri üzerindeki ağır vergi yükünü kaldırsın; internet sektörümüz adil ve verimli bir rekabet ortamında gelişsin. Elbette bu arada vergi tabanı adaletsizliğine de çözüm üretse fena olmaz!

Google kesintisinin “milli ekonomiye” verdiği gerçek zarar ile almayı hayal ettikleri vergi arasındaki uçurum konusuna hiç girmiyorum. İnternet sektöürü bir yana, başta KOBİ’ler olmak üzere şirketler ve kullanıcıların bedelsiz hizmetlerle elde ettikleri fayda, kaybolan iş hacmi, kaçan müşteriler, itibar kaybı, işletme boşluğu...

Yanlış hesabınızın bedelini ödeyecek misiniz?

Oyunun Kuralı - Mahremiyet ve sosyal medya

Şirketlerin kullanıcı verilerinin ne kadarını hangi amaçlar için ve hangi sınırlar dahilinde kullanacağı ile ilgili politikalarının denetime açık, şeffaf ve öncelikle de basit bir biçimde anlaşılabilir, yani “kullanıcı dostu” olması gerekiyor!

Geçtiğimiz haftlarda başta Facebook ve Google olmak üzere, şirketlerin çevrimiçi mahremiyet ihlalleri çokça tartışıldı; EFF, EPIC, ACLU, EDRI gibi sivil toplum kuruluşları konuyu gündeme taşıdılar; ABD Senatosu, Avrupa Komisyonu ve mahkemeler sürece dahil oldu; iki şirket de bu konuda geri adım atmak zorunda bırakıldı. Facebook yeni ve daha basit mahremiyet ayarlarını duyurdu; Google “sokak görüşü” arabasını garaja çekti. Ama, Facebook kurucusu Mark Zuckerberg’in mahremiyetin modasının geçtiğine dair sözleri ve Google CEO’su Eric Schmidt’in “saklayacak bir şeyiniz varsa paylaşmayın” mealinden çıkışı, şirketlerin bakışında bir değişim beklememek gerektiğini gösteriyor. Olup biten, özellikle AB başta olmak üzere yasamanın mahremiyet konusundaki hassasiyetinin şirketleri hukuk zoruyla dizginlemesi.

Facebook başta olmak üzere sosyal medya pazarının hakim oyuncularının kullanıcıların mahremiyet haklarıyla ilişkisi doğal olarak sorunlu. Çünkü bu oyuncular iş modellerini kullanıcı bilgilerinin değişimi üzerine kurmak zorunda. Paradoks, bu şirketlerin aynı zamanda kullanıcıların güvenini kalıcı bir şekilde kazanmak zorunda olmasından kaynaklanıyor.

Mahremiyet ihlalleri söz konusu olduğunda çoğu sosyal medya tutkunu, “o zaman bankaları, alışveriş merkezlerini, cep telefonlarını da kullanmayalım” diyor. Ama unuttukları bir şey var: Bankalar ve banka kartları dolayımıyla toplanan kullanıcı verilerinin kullanımı üzerinde çok sıkı bir denetim var. İnternet, özellikle sosyal medya ise düzenleme bakımından henüz sorunlu. Bu alan daha yeni düzenleniyor. Hukukun arkadan gelmesi doğal.

Şirketlerin kullanıcı verilerinin ne kadarını hangi amaçlar için ve hangi sınırlar dahilinde kullanacağı ile ilgili politikalarının denetime açık, şeffaf ve öncelikle de basit bir biçimde anlaşılabilir, yani “kullanıcı dostu” olması gerekiyor! ABD’de sosyal medyayı kapsayacak bir mahremiyet yasasının çıkması gündemde. Bu konuda çok hassas olan AB ülkeleri de benzer düzenlemeler yapmak üzere.

Ülkemizde ise bu alanın en öncelikli düzenlemesi olan Kişisel Verileri Koruma Yasası on senedir meclise gidip geliyor. Türkiye elektronik ortamda mahremiyet koruması bakımından bir cangıl; yani Facebook, Google gibi şirketler için tam bir vaha!


16 Haziran 2010

İnternet Sansürüne Karşı Ortak Platform toplantısı



İnternet Sansürüne Karşı Ortak Platform toplantısı, 19 Haziran Cumartesi saat 13:00 - 17:00 arasında Kadir Has Üniversitesi'nde olacak.Katılıma açıktır...

Basın duyurusu:

Yer: Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü
Tarih: 19 Haziran 2010 Cumartesi
Saat: 13:00 - 17:00

İnternet sansürüne karşı güçlerimizi birleştiriyoruz!

Bilindiği gibi, Haziran 2010 başında İnternet’te erişim engellemeleri ivme kazanarak sansür baskısını yoğunlaştırdı. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) Youtube engellemesi ile ilgili mahkeme kararını yetkisiz bir biçimde yorumlayarak giriştiği IP bloklaması, bu siteyle aynı IP’leri kullanan bir çok Google hizmetini erişilmez kılarak tüm internet kullanıcılarını mağdur etti. Ülkemizde kaygı verici bir biçimde yoğunlaşan internet sansürü yeni bir aşamaya geçmiş bulunuyor.

TİB’e karşı açılan davaların yanı sıra, biz, internette sansüre karşı mücadele eden farklı gruplar, güçlerimizi birleştirmeye ve bir ortak platform oluşturmaya karar verdik. Bu amaçla, 19 Haziran 2010 tarihinde Kadir Has Üniversitesi’nde ilk Ortak Platform toplantımızı gerçekleştiriyoruz.

Bu toplantıda, 5651 sayılı sansür yasası başta olmak üzere, temel birer insan hakkı olan düşünce ve ifade özgürlüğü, iletişim özgürlüğü ve özel hayatın korunması hakkını ihlal eden, hukuk devleti ilke ve kurallarına aykırı bir biçimde gerçekleştirilen sansür baskısına karşı birlikte neler yapabileceğimizi konuşacağız; bir eylem planı oluşturacağız.

İnternet’te sansüre karşı çıkan tüm kişi, kurum ve kuruluşları güçlerini bizlerle birleştirmeye çağırıyoruz.

Gelin, İnternet Sansürü’ne karşı birlikte mücadele edelim!


İNETD (İnternet Teknolojileri Derneği)
NETDAŞ
Sansüresansür
Korsan Partisi Oluşumu
Alternatif Bilişim
Sansüre Karşı Ekşi Sözlük Zirvesi
Sansüre Yeter! Kampanyası
Meşgul Sinyali
Yeşiller
ve diğerleri.....

Katılım için: http://ff.im/m32AM
Gündem Önerileri: http://ff.im/m3cXh
Basın Duyurusu: http://ff.im/m4RAb

11 Haziran 2010

Google skandalı, Türkiye’nin internet sansürü serüveninde “eşik etkisi” yaratır mı?



Bir şeylerin dönüştüğü kesin. Daha önce harekete geçmeyenler sorular sormaya, meseleyi anlamaya çalışıyor. Bir zamanlar hareketli olup umutsuzluğa kapılanlar uyanıyor. Yeni birliktelikler, hareketler, platformlar doğuyor. Farklı demokratik eylem biçimleri yoğun bir şekilde tartışılyor. Toplantılar, gruplar, özel iletişim mecraları örgütleniyor. Öte yandan, “heyecan” yapmak için de henüz erken... gibi duruyor... Bu gelişme bir saman alevi mi, yoksa yaşadığımız bu skandal bizde bir bilinç durumu yarattı mı, kalıcı bir hareket doğurur mu, bunu zaman gösterecek.

Geçtiğimiz hafta, Türkiye’de internet kullanıcılarının neredeyse tamamı Google hizmetlerine erişimde yaşanan kaos yüzünden büyük bir sıkıntı yaşadı. Türkiye’de internet toplam olarak yavaşladı, ağırlaştı, saç baş yoldurdu. Kullanıcılar, Google Docs’da bulunan dosyalarına erişemediler; Google Analytics kullanan bütün sitelere erişimde sorun çıktı, siteler sonsuz döngülerde kayboldu; Google Calendar üzerinde randevularını, katılacağı etkinliklerin kaydını tutanlar kayboldu; Google Code çalışmadığı için geliştiriciler sorun yaşadı; yoğun bir biçimde kullanılan ve Türkiye gibi ülkeler için vazgeçilmez hale gelen Google Translate çalışmadı; Google Groups ile proje geliştiren, haberleşen, etkileşimde bulunan gruplar seslerini kaybetti; Google Scholar kapsamındaki eğitim kaynakları erişilemez hale geldi; Google Sites ve Google Blog’da bulunan binlerce blogla bağlantı kesildi; Gooogle Photos’a fotoğraflarını, görsel malzemelerini yükleyenler, Google Images’da görsel arayanlar sıkıntı yaşadı; haber kaynaklarını, blogları Google Reader’la takip edenler boş bir sayfaya bakakaldı; Google’ın arama motoru tam randımanlı çalışmadı; Gmail gitti geldi, milletin yüreğini hoplattı... Youtube’dan bahsetmiyorum; o zaten engelli...

Sosyal ağlarda, önce “ne oluyor, Google mı çöktü, kablo mu koptu” tartışmaları başladı; sonra internet hizmet sağlayıcılara gelen e-posta metinleri ortama düştü: “Değerli Müşterimiz, 3 Haziran 2010 tarihinde Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'ndan firmamıza iletilen karar sebebi ile Google'a ait bazı IP'lere hukuksal nedenlerden dolayı erişim engellenecektir. Erişimi engellenen IP’ler dolayısıyla, Google’ın bazı uygulamalarına erişememe ya da yavaşlık yaşanması beklenmektedir. Bu engellemenin muhtemel etkileri içerisinde; - Google web sitesine erişimde sorun yaşanması - Reklam vb. analiz verisi için web sitelerinde Google analytics, Google maps gibi Google uygulamalarını kullanan portal veya web sitelerinde erişimlerin yavaşlaması, - Google Toolbar yüklü bilgisayarlarda bazı sitelere yavaş erişme, - Web siteleri dahilinde “google search” kullanan alan adlarına erişimde yavaşlama, - Firmanıza ait Google uygulamalarıyla entegre ya da Google Search’ a dayalı bir takım uygulamalarınızın bu erişim kısıtlamasından etkilenmesi söz konusu olabilecektir.

Bu haberi takiben, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) bu sefer de Google’ı mı engellediği tartışılmaya başlandı, ortam hararetlendi. Erişim engelleme istatistiklerini bile yayınlamaya tenezzül etmeyen TİB, her zamanki gibi internet kullanıcılarından bir açıklamayı çok gördüğü için, doğal olarak, komplo teorileri de dahil, çok sayıda yorum ortalılıkta uçuşmaya başladı. Google’ın internet kullanımına ne kadar entegre olduğu ve bu durumun bireysel ve kurumsal tüm internet kullanıcılarını etkilediği düşünülürse, oluşan infiali doğal karşılamak gerekir.

Haberler sosyal medyadan geleneksel medyaya taşınca, TİB’den bazı bilgiler önce “seçilmiş” medya kuruluşlarına sızdırıldı, infial dinmeyince de resmi bir açıklama geldi mecburen: “Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu, Ankara, 04.05.2010 Bazı basın yayın organlarında, hakkında erişim engelleme tedbiri uygulanmamış google gibi kimi alan adları/web siteleri ve hizmetlerinin erişimlerinin engellendiği yönünde yapılan haberler gerçeği yansıtmamaktadır. Tarafımızca tesis edilen işlem, kamuoyunun yoğun gündemini oluşturan İnternet adresleriyle ilgili olmayıp, Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesinin 05/05/2008 tarihli ve 2008/402 no’lu kararı gereği erişimi engelli olan,http://www.youtube.com İnternet adresine ilişkin IP adreslerinin güncellemesinden ibarettir. Sonuç olarakhttp://www.youtube.com a erişim amacıyla kullanılan ve tarafımızca engelleme tedbiri kapsamında güncellenen IP adreslerinin arkasında farklı şirketlere ait alan adı veya çeşitli hizmetlerin barındırılması bu şirketlerin kendi tercihleri ve sorumluluklarındadır. Dolayısıyla bu hizmetlerden yararlanan İnternet kullanıcılarının mağduriyetinin çözümü bahse konu hizmetleri sunan şirketlerin elinde bulunmaktadır.”

Uzun uzadıya anlatmak yerine, TİB’in açıklamasını gördüğümde Friendfeed’de yazdığım yorumu aynen buraya yapıştırayım: “TİB, zaten bildiğimiz şeyi söylemiş: ‘Ben Google'ı değil Youtube'ı engelledim. Ama aklım başıma yeni gelip bakalım bir de IP bazlı engelleme yapayım dediğim için elime yüzüme bulaştırdım, arada Google servisleri de kaynadı. Ama bundan Google suçlu. Benim uluslararası hukuka ve kendi anayasama bile aykırı olan 5651 sayılı yasama uyarak yaptığım bu engellemede Google elimi kolaylaştırıp Youtube'a istediğim zaman engelleyebileceğim tek bir IP atamıyor! Google suçlu, çünkü tüm uluslaarası toplumun dalga geçtiği sansür yasama saygı göstermiyor’... demiş. (mealen :)

Aslında bu yazıyı ne olup bittiğini anlatmak için yazmıyorum. Hepiniz olup bitenleri gayet iyi biliyorsunuz. Ben bunları yazarken sorun hala çözülmüş değil. Çoğunuz sıkıntı yaşamaya ve içinizden rahmet okumaya devam ediyorsunuz. Bu yazının asıl amacı, bu skandalın (artık bu olayla ilgili olarak “Google Skandalı” kod ismini kullanacağım) yarattığı hareketlenmenin, Türkiye’de internet sansürü karşısında oluşan toplumsal muhalefet için bir “eşik etkisi” yaratıp yaratmayacağını sorgulamak.

Bunu sorgulamamın tek nedeni sadece infialin boyutları değil; sorunun kaynağı olan TİB’in şimdiye kadar sadece resmi açıklamalarla ve hükümet üyelerinin söylemleriyle yetinirken, bu kez kendisini savunmak için daha önce kullanmaya pek yeltenmediği PR araçlarını devreye sokması. Başbakan’ın (bir kaç kez tekrarladığı için dil sürçmesi olarak yorumlanamayacak) “otosansür” talebi ve Ulaştırma Bakanı’nın “bu ülkeyi Google mı yönetecek?” çıkışından söz etmiyorum. Bu tür söylemlere alıştık.

“PR araçları” derken son günlerde okuduğum bazı haberleri ve açıklamaları düşünüyorum (Yok, Başbakanla buluşup “otosansür” taleplerini ciddi ciddi dinleyen “internet habercileri”nden de söz etmiyorum!). Burada vereceğim örneklerin kalemlerini veya sözlerini “TİB’e adadığını” filan söylemiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın! Ama bu sözlerin sahiplerinin gerek TİB gerek bünyesinde yer aldığı BTK -Bilgi Teknolojileri Kurumu-, gerekse yazılarımda sık sık sözünü ettiğim, 5651 sayılı sansür yasası kapsamında kurulmuş bulunan, Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı İnternet Kurulu ile kurumsal ilişkilerinden dolayı bu soruna pek de nesnel yaklaşamadıklarını gözlemliyorum; hatta iyimser bir tahminle “yanlış yönlendirildiklerini” düşünüyorum. Bu örnekleri aktarmadan önce, TİB açıklamasındaki maddi hatayı da ortaya koymam gerek: Google Skandalı’nı yaratan, Google’ın IP’lerle oynaması değil. Google servisleri zaten bir IP havuzu kullanıyor, bu IP’ler dinamik olarak belli servislerle ilişkileniyor ve bunlar sürekli değişiyor. Bu Google’ın yürüttüğü uluslararası operasyonun teknik bir parçası (“Reverse IP” vb. teknik ayrıntılara hiç girmiyorum, ama internette dinanik IP kullanımından ve bir IP’nin aynı anda bir çok siteye hizmet vermesinden daha doğal bir şey olmadığını belirtmekle yetineyim). Yani, “bir şey yapan” Google değil, TİB. TİB Mayıs ayı sonunda Youtube yasağı ile ilgili olarak, DNS yerine IP temelli erişim engelleme sistemine geçiyor; sorunu yaratan da bu. (Üstelik burada EEKA sunucuları denilen ve Türkiye’nin yurtdışı internet çıkış noktalarına yerleştirilen, tam olarak ne yaptığı bilinmeyen bir takım sunucular vasıtasıyla bu bloklamanın yapıldığı söyleniyor. Bu yöntem sadece erişim engellemeye değil, iletişim dinlemeye ilişkin bir mekanizma olduğu kanısını uyandırıyor, ki bu konudaan bağımsız olarak sorgulanması gereken, vahim bir durum. Bu, şu anda bir dava konusu)

Mesela, Füsun S. Nebil imzalı, sahibi olduğu Türk.internet.com’da yayınlanan “Google, YouTube Erişim Engellemesini Aşıyor mu?” başlıklı haberi, resmi açıklama yayınlanmadan bir gün önce okudum. Haberin özü, tam da TİB’in sonradan gelen açıklamaları gibi suçu Google’da aramamızı öğütlüyordu. Haber, Google’ı “şaşırtmaca taktikleri” kullanarak engellemeyi delmekle suçluyor, hatta Youtube’un “Türk hukuku ile olan sorununu çözmek yerine” “yasağa aptalca bir şekilde takılmış durumda” olduğunu ilan ediyordu! Ulaştırma Bakanlığı’nın Youtube ve Google ile ilgili komplo teorilerini andıran açıklamalarını düşünerek haberi Friendfeed’de paylaştım. Füsun Nebil, 2001‘deki RTÜK saçmalığından beri bu konularla ilgilidir. O dönemde kurulan İnternet ve Hukuk Platformu’nda bir süre birlikte de çalıştık. Kendisini, son olarak Ankara Barosu ile birlikte düzenlediği, yargı mensuplarının yanı sıra sivil toplum kuruluşlarından da katılımın olduğu iddialı “Kartepe Çalıştayı’ndan hatırlayanlar olacaktır (Bu konuda BThaber’de yazmıştım: “Kartepe Kriterleri”). Nebil, hala nasıl olduğunu tam olarak anlayamadığım bir biçimde İnternet Kurulu’nun da bir üyesidir. (Anlıyamıyorum, çünkü kendisi bir sivil toplum kuruluşunu temsil etmiyor. Medyayı temsilen orada olduğunu varsaysak, bu kez başka bir medya temsil edilmediği için durum yine anlaşılmıyor. Çok da önemli değil, bu bir “danışma kurulu” ve kimleri davet edeceği Ulaştırma Bakanlığı’nın bileceği iş.) Neyse, sonuçta, bu “haber”i haberci olarak mı yoksa Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı İnternet Kurulu’nun bir üyesi olarak mı yazdığını anlamak isterdim. Resmi açıklamadan önce bazı bilgilere ulaşırken yanlış yönlendirildiği olasılığını saklı tutarım.

İnternet Kurulu”nu, bilişim STK’larını ehlileştirmekten başka bir işlevi olmadığı için çok eleştirmiştim (örneğin: “İnternetin MGK’sı!”). Eleştirilerimde yanlız da değildim. Benden önce Yurtsan Atakan bu kurul üyelerini topa turtmaya başlamıştı. Nitekim Kurulun etkileri şimdi daha açık seçik bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. Google skandalı sonrası medyada “Türkiye Bilişim Derneği Başkanı” sıfatıyla Turhan Menteş’in açıklamaları talihsiz bir bağlamda yer aldı: "Ortada başka bir sorun var. Gözden kaçıyor. YouTube ve Google Türkiye'de muhatap istiyor mu, istemiyor mu? Bu kısmını ben çok merak ediyorum. Türkiye'nin tek sorunu muhatap bulamaması. Bunu çok samimi olarak söylüyorum. YouTube'un birçok ülkede temsilciliği varken, Türkiye'de bulunmuyor. Sorunun uluslararası alanda çözümünün bulunması lazım. Türkiye'de tek başına bu sorunun çözülmesi mümkün değil. Onun için de muhatap bulunması gerekiyor. Türkiye'de bu sorunun çözümünü istiyorlar mı, istemiyorlar mı? Sorun bu." Ben, TBD’nin bir üyesiyim. Menteş’le ve diğer TBD üyeleriyle birlikte yıllarca internet sansürüne karşı mücadele ettik, toplantılar düzenledik, yayınlarda bulunduk. Sansürden yana olmadığından eminim. O yüzden bir dahaki sefer, böyle bir zamanda, böyle bir açıklamayı TBD başkanı değil İnternet Kurulu Başkanı sıfatıyla yapmasını tercih ederim (Evet, Menteş, İnternet Kurulu’nun da başkanıdır). Bu açıklamayı Google’un vergi borcuna istinaden Ulaştırma Bakanı’nın söylediklerine ve Youtube engellemesini vergilendirmeye bağlamaya çalışmasına dair yapmış olduğu ihtimalini saklı tutarım (Bu durumda da dezenformasyona kurban gitmiş olur ki, TBD gibi bir sivil toplum kuruluşunun başkanına sansüre karşı çıkmak duruken vergi hesabıyla uğraşmayı hiç yakıştıramam, orası başka). Ancak, kendisi, 5651 sayılı sansür yasasının “yer sağlayıcı” olarak tanımlanan uluslararsı platformları da “faaliyet belgesi” almaya, ofis açmaya zorlamanın hukuki bir meşruiyeti olmadığını en az benim kadar bilir.

Son örneğim ise bunların arasında en talihsiz olanı. “İstanbul Bilgi Üniversitesi Bilişim Teknolojisi Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Direktörü" Yrd. Doç. Dr. Leyla Keser Berber'in NTV kanalında yaptığı, TİB’in yanıltıcı açıklamasını destekleyen, Google’ın bu konuda TİB tarafından “uyarıldığını” söyleyen, sorumluluğu tamamen Google’ın IP politikasına yükleyen konuşmasıydı. Kendisi bu açıklamayı bir hukukçu, istelik bu alanda önde gelen bir kurumun (bu arada Merkez YÖK onayı ile Enstitüye dönüşmüş durumda) direktörü sıfatıyla yaptığı için, yarattığı dezenformasyon etkisi daha büyük oldu. Gerek bu kurumun Danışma Kurulu üyelerinden biri, gerekse Keser’in bir dostu olarak ben kendisinin TİB tarafından teknik konularda yanıltıldığını düşünüyorum. Muhtemelen BTK’daki bağlantıları, onu Google’ın Youtube engellemesini aşmak için bir IP oprasyonu çevirdiğine ikna etmiştir. Onun da sansüre tamamen karşı olduğunu biliyorum. Bu konuda yaptığı çok değerli çalışmalar var. Ama konuşmasından edindiğim izlenim, Google’ın bile isteye sırf TİB’i zor durumda bırakmak için IP politikasını değiştirdiği yönündeydi. Oysa bunun doğru olmadığını, IP bloklamayı TİB’in denemeye başladığını, skandalın da buradan çıktığını biliyoruz. TİB muhtemelen Google’a bir uyarı metni göndermiştir, ama Keser de bu tür bir metnin uluslararası hukuki geçerlilği olmayacağını gayet iyi bilir.

Başka örnekler de verilebilir. Ama önemli olan, TİB’in ve Bakanlığın kendi kurumsal ilişkilerini, “kriz iletişimi” amaçlı olarak, üstelik yanıltıcı bir biçimde kullanmış olması. Google skandalının kendilerine nasıl bir zarar vereceğini tahmin etmiş olmalılar. Aslında bu zararı çok da iyi hesaplayamadıklarını düşünüyorum. Çünkü skandalın Türkiye’ye, ülke ekonomisine, kullanıcılara ve elbette hak ve özgürlüklere verdiği zarar o kadar büyük ki! Elbette bu zararın bir kısmını paylaşmak zorunda kalacaklar.

Ben bu satırları yazarken Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, TV kanallarında bir açıklama yapıyordu. Açıklaması daha önce de sürekli tekrar ettiği belli argümanlar üzerine kuruluydu (bu arada “milli ekonomi” ve “vergi” düğmelerine de basmayı ihmal etmedi elbette!). Yukarda sözünü ettiğim yanıltıcı bilgileri de verdi ve Google’ı IP operasyonlarıyla Youtube yasağını aşmaya kalkmakla suçladı; TİB’in hiç bir şey yapmadığını sorunun Google’dan kaynaklandığını savundu (ki böyle olmadığını, TİB’in IP temelli engellemeyi “denemeye başladığını biliyoruz); akabinde gelen teknik sorulara ise cevap vermedi. Kanalların bu açıklamayı “internet yasakları” banner’ıyla duyurması, Google Skandalı’nın en azından otoriteler için belli bir eşik aşımını temsil ettiğini göstermesi bakımından ilginçti.

Ulaştırma Bakanı'nın açıklaması ile ilgili olarak tek bir şey söylemek yeterli: Sırf yer sağlayıcı bir platform diye, Youtube’un Türkiye’de faaliyet belgesi almaya ve ofis açmaya zorlanması, Türkiye dışında hiç bir ülkenin hukukunda yoktur. Hangi ülkede ofis açacağı tamamen şirketin kendi kararıdır. Kaldı ki, Bakanın sözünü ettiği gibi Youtube’un yirmiye yakın ülkede “temsilciliği” bulunmamaktadır. Youtube, Google grubuna bağlı bir kuruluş olarak Google ofislerini kullanmaktadır. Bakan ve TİB yetkilileri, muhtemelen Youtube’un bazı ülkelerin alan adı uzantısıyla ve o ülke dillerinde yayınladığı “anasayfa” ve kullanıcı arayüzlerini temsilicilkle karıştırmaktadır. Engellemeden bu yana Bakan Youtube’dan sadece Türkçe bir ayna site yapması ve bunu Türkiye’deki sunucular üzerinden yayınlamasını talep etmektedir. Böylece elde edecekleri bir “hayalet site”yle istedikleri gibi oynayabileceklerini düşünmektedir muhtemelen. Kuruluş bunu kabul etmemekte tamamen haklıdır, çünkü böyle bir talebin uluslararsı hukukta karşılığı yoktur (Çin örneğini aklınıza getirmeyin, oradaki sorunun çok farklı olduğunu söylemekle yetinelim. Ayrıca Türkiye Çin değil!) Dolayısıyla, “Google bizi saymıyor” açıklamaları sadece tribünlere oynamaktan ibaret. Bu skandalla yanlızca hak ve özgürlüklerimize değil milli ekonomiye de büyük bir zarar verilmiştir ve bu zararın tek sorumlusu Hükümet ve ilgili otoritelerdir. Bu hukuk skandalının orta yerinde “ama Google da vergi vermiyor” tarzı cümleler kurmak ise belki insanların kafasını karıştırmaya yarayabilir; ama hukuken yok hükmündedir; çünkü iki durum arasında hukuki hiç bir bağ bulunmmaktadır. Neyse ki şimdilik vergi borcu yüzünden erişim engelleyecek kadar abartmadık! Üstelik, hükümetin akıllıca bir zamanlamayla Google’a tahakkuk ettirdiği 30 milyon TL.lik vergi borcu (ki çok tartışılır bir operasyondur), bu son yaşananlar dolayısıyla TİB’in Türkiye ekonomisine verdiği zararın yanında devede kulak kalır. Yani neresinden bakarsanız bakın, hükümet yanlış hesap yapmaktadır!

Google’sızlığın Türkiye ekonomisine bir aylık maliyeti, şu sırada alanında uzman akademisyenlerin katkılarıyla, bilimsel yöntemlerle, ekonometrik modeller kullanılarak hesaplanıyor. Bu çalışmanın sonuçları çok yakında duyurulacak. Başta KOBİ’ler olmak üzere şirketlerin ücretsiz Google hizmetlerini kullanarak sağladığı yarardan, analytics sorunu nedeniyle yurtdışı hosting firmalarına göç etmesi kaçınılmaz firmaların internet sektörüne vereceği zarara, gmail ve diğer doğrudan iletişim kesintilerinin kullanıcılar ve şirketlere kaybettirdiği ilişki, müşteri ve itibar kaybından şirketlerin analytics nedeniyle yaşadığı sonsuz döngüye giren web sitelerinin yaratacağı zarara çok sayıda parametre devreye giriyor. Oldukça yüksek bir meblağdan söz ediyoruz. (Bu çalışmanın Google’ın internetle ne kadar entegre olduğunu ölçmemiz için bize bir fırsat da sunmasından dolayı TİB’e teşekkürlerimizi de ayrıca ileteceğiz...) Bu olayın Türkiye’ye kaybettirdiği itibarın sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi bedelini ise öngörmek zor değil. Bu skandalı kınayan uluslararası kurum, kuruluş ve medya organlarına her gün bir yenisi katılıyor. Bu boyutta bir hasar yarattığınızda, kırdığınız kolun yen içinde kalmasını bekleyemezsiniz...

Şimdi, baştaki soruya geri dönelim: Google skandalı, Türkiye’nin internet sansürü serüveninde bir dönüm noktası, bir eşik deneyimi, hadi abartalım, bir “paradigma dönüşümü” yaratır mı? Bir şeylerin dönüştüğü kesin. Daha önce harekete geçmeyenler sorular sormaya, meseleyi anlamaya çalışıyor. Bir zamanlar hareketli olup umutsuzluğa kapılanlar uyanıyor. Yeni birliktelikler, hareketler, platformlar doğuyor. Farklı demokratik eylem biçimleri yoğun bir şekilde tartışılyor. Toplantılar, gruplar, özel iletişim mecraları örgütleniyor. Öte yandan, “heyecan” yapmak için de henüz erken... gibi duruyor...
Ne oldu? Bilgi sosyal medyaya düşer düşmez insanlar kulak kesildi. Medyada haberler çıktıkça bu dinleme hali yoğun bir tartışmaya dönüştü. Şimdiye kadarki engelleme haberlerinde bu kadar yoğun bir katılım görmemiştik. Çünkü bu sefer, istisnasız her internet kullanıcısı kendisini ilgili hissetti. Çok farklı görüşler de dile getirildi elbette. Uygulamayı savunanlar da vardı. Bu doğal. Daha çok “kurumsal” platformlardan gelen, “aman anlaşsınlar da kimse mağdur olmasın (biz de işimize devam edelim)” tarzı çıkışlar da vardı. Bu da çok doğal. Kurumsal, sektörel bakışın her zaman her yerde böyle bir boyutu vardır, zararlı da değildir; en azından sorunu dürüstçe saptamaktan çekinmediğinde. Ama büyük bir çoğunluk, açık seçik bir biçimde olarak tepkisini otoritelere yöneltti. Sağlıklı bir gelişme...

Şimdi, bu gelişme bir saman alevi mi, yoksa yaşadığımız bu skandal bizde bir bilinç durumu yarattı mı, kalıcı bir hareket doğurur mu, bunu zaman gösterecek.

Bazı yenilikler var: Mesela dijital ajanslar “İnternet Geleceğimizdir” başlığıyla sansüre karşı bir bildiri yayınladı. Şimdiye kadar şirket gruplarını kapsayan böyle bir hareket pek görmemiştik. Ekşi Sözlük kullanıcıları kendi içlerinden dışarıya doğru bir hareket başlattılar. Hareketlerin siber mekandan sokağa çıkması, gerçekliğe genişlemesi gerektiği konusunda (neredeyse) bir fikir birliği oluştu. Bobiler sansüre karşı bir yürüyüş başlattı. Netdaş, Sanüresansür ve Korsan Partisi oluşumu yeni bir ivme kazandı. İNETD (İnternet Teknolojileri Derneği, TİB’e karşı yürütmeyi durdurma davası açtı ve suç duyurusunda bulundu. Cyber-rights hareketinin kurucusu ve Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Doç Dr. Yaman Akdeniz ve insan hakları hukukçusu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak, TİB’e itiraz dilekçesi verdiler. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, İsveç Korsan Partisi skandal uygulamayı kınadılar. OpenNet Initiative olayı duyurdu. Wikipedia’nın ingilizce versiyonundaki “Türkiye’de sansür” maddesi zenginleşti. Çok sayıda yabancı medya kuruluşu ve internet yayını skandalı duyurdu. Türkiye ile “Google sansürü” etiketleri kaçınılmaz olarak yapıştı ve Çin’in ardındaki boş sırayı kaptık! (Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı'nın son raporu da AB tarafında durumumuzun nasıl göründüğünü zaten net bir şekilde ortaya koyuyor. 2009 İlerleme Raporu da Türkiye’yi Youtube engellemesi yüzünden uyarmıştı.) Bu arada bir başka yenilik de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, üstelik Twitter hesabından, Youtube engellemesini eleştirmesi oldu...

Şimdi hep beraber bir ortak platform yaratmayı, hak ve özgürlüklerimizi daha yüksek sesle talep etmeyi konuşuyoruz; bir araya geliyoruz, tartışıyoruz; hukukun her eve lazım olduğunu farkediyoruz; yeni eylem tarzlarını, demokratik zorun yeni biçimlerini keşfediyoruz.

Bütün bu kıpırtılar umarım yeni bir şey doğurur. Umarım bütün bunlar bir doğum sancısdır. Çünkü karın ağrısıysa, her şey normale döndüğünde (çünkü hep döner), aslında hiç bir şeyin normal olmadığını unutursak...

İşte o zaman bari “aramızdan birinin” uyarladığı biçimiyle şu çok eski bilgeliği hatırlayın:

“en son ip bloklandığında, en son dns engellendiğinde, beyaz adam dns değiştirmenin kurtuluş olmadığını anlayacak.”

İlk olarak, Sasünseresansür blogunda yayınlanmıştır...

01 Haziran 2010

Oyunun Kuralı - Baykal’ın meyveleri...

Baykal'ın videoları, sadece ahlaksız bir politika aracı olmakla kalmadı, başka işlere de yaradı. İktidar bu videoların yarattığı havayı kullanarak internete yeni baskıcı düzenlemeler getirmeye hazırlanıyor.

Doğrusu devlet bilginin dolaşımını denetlemek, özellikle de interneti sansür etmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyor! Dezenformasyon da bu yolda en kullanışlı araç olarak ortaya çıkıyor. Hatırlarsanız, 2007 yılına girerken, önce siyah tişörtle gezen ve metal dinleyen bütün gençlerin satanist ve bu işin baş sorumlusunun internet olduğuna inandırılmıştık. Hemen akabinde, medya gayet akıllıca kullanılarak Türkiye’nin dünya çocuk pornografisi merkezi olduğuna ikna edildik. Bir sürü tutuklama yapıldı. Gerçi bunların hemen hepsi beraat etti, ama olsun, operasyon başarıya ulaşmış, gözle kaş arasında 5651 kod adlı internet sansür yasası çıkarılmıştı.

Şimdi de böyle bir fırsat daha ortaya çıkmış görünüyor. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özel hayatına dair videolar internette yayınlanınca ortalık birbirine girdi, malum. Bunun sonuçlarından biri Baykal’ın istifası oldu. Bunun siyasetin kirli yöntemlerinden biri olduğu açık. Gerçi bu tür olaylar demokratik toplumlarda çok sık yaşanıyor ve genellikle de istifa mekanizması işletiliyor. Özel hayatın gizliliğinin korunması temel bir hak. Ama söz konusu olan bir siyasi parti lideri, bir bakan ya da milletvekili olunca, bu gizliliğin bozulmasının bu tür kaçınılmaz sonuçları da oluyor.

Bizi burada ilgilendiren olayın farklı bir boyutu. Videonun yayınlandığı “metacafe” sitesi ve İspanyol El Mundo gazetesinin sitesi TİB’in ihtiyati karar tedbiri ile erişime engellendi. Ulaştırma Bakanı’nın açıklamalarından, bunun Başbakan’ın “emri” ile yapıldığını öğreniyoruz. Yani hukukla değil! Bildiğimiz kadarıyla, terör ve telif hakları hariç, 5651 içindeki katalog suçlar dışında engelleme yapılamıyor. Bu olayda böyle bir neden söz konusu olmadığına göre hukuksuz bir engelleme ile karşı karşıyayız. Söz konusu olan ana muhalefet partisi başkanı olunca, demek ki böyle hukuksuz işlemler meşru görülüyor. Sade vatandaşın kişisel hayatı ise kolaylıkla çiğnenebiliyor.

Ulaştırma Bakanı’nın açıklamaları bununla da kalmıyor. Adalet Bakanlığı ile internet ile ilgili suçların cezalarını ağırlaştıracak yeni bir düzenleme üzerinde çalıştıklarını söylüyor. Buna 5651‘deki katalog suçların kapsamının artırılması ve Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanacak RTÜK’ün de internet yayınlarının sansürüyle yetkilendirileceği haberleri eklenince, gidişatın vehameti ortaya çıkıyor. Oysa bu son olay pozitif bir düzenleme anlayışında olsa olsa kişisel verilerin korunması yasasının çıkarılması gibi birey lehine önlemleri gündeme getirirdi. Bizde tersi oluyor.

Devlet Baykal’ın meyvelerini topluyor.

17 Mayıs 2010

Oyunun Kuralı - “Kartepe Kriterleri”

"Kriter" kavramını kullanmak için : 1) Kriterin gerçekten kriter olması,yani uzlaşı adına muğlak, her tarafa çekilecek bir yapıda olmaması; 2) Gerçek bir uzlaşının meşruiyetini hak etmesi gerekir. Kriterlerin ne dediği açıktır, ama yoruma açık değildir. Kartepe yargı mensuplarının bir kısmını uyandırmak ve sivil inisiyatifin sesini duyurması için bir ölçüde başarılı olmuştur, ama ortaya çıkan çalışmayı "Kriter" diye adlandırmak için yeterli meşruiyete sahip değildir.

20-22 Nisan 2010 tarihleri arasında Kocaeli – Kartepe’de düzenlenen “2.İnternet İçerik Düzenleme Çalıştayın”ın sonunda yapılan çalışmalar çerçevesinde hazırlanan “Kartepe Kriterleri” yayınlandı. Çalıştay, turk.internet.com – Ankara Barosunun işbirliği ve Daily Motion ile Türk Telekom’un katkıları ile düzenlendi ve hakim, savcı, avukat, Adalet Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Askeri Hakim ve TİB yetkililerini bir araya getirdi. Çalıştaya STK kanadından TBD, netdaş, sansüresansür ve Korsan Partisi temsilcileri de davet edildi.

Bu çalışmanın özellikle hukuk uygulayıcıları tarafında internetteki hak ve özgürlüklerin tanınması bakımından önemli bir farkındalık yaratmış olduğunu söylemek gerek. Gerek hukukçu arkadaşlarımz gerekse STK temsilcileri çalıştaydan bu yönde olumlu izlenimlerle döndüler. Gerçekten de kriterlerde yeni olumlu noktalar var: anonimlik özgürlüğü, mahremiyet hakkı, yargı denetimi zorunluluğu, web 2.0’ın farklılığı ve platformların site olarak algılanamayacağı gibi. Ama ortaya çıkan “kriterler”in idare ile sivil toplum kanadının tam uzlaşısını yansıttığını söylemek mümkün değil: 5651‘deki katalog suçların artırılacağını mı azaltılacağını mı söylediği belli olmayan; “internet medyası” müphem söylemi içinde internet yayıncılarına basın kanunun ağır hükümlerinin yolunu açabilecek; devletin filtre belirleyerek gizli sansür uygulamasını mümkün kılacak; “uyar-kaldır” prensibini yargı hükmüne bağlamaksızın kaotik bir durum yaratabilecek; AB Siber Suçlar Konvansiyou ile ilgili çekinceleri göz ardı ederek imzalanmasını tavsiye edebilecek oldukça muğlak kriterler çıktı ortaya. Kriterlerin bu her yöne çekilebilecek muğlak yapısı da yoğun bir şekilde eleştirildi.

Aslında yeni kriterler tanımlamaya gerek yok: Bu konuda AİHS ve AİHM kararları net kriterler ortaya koyuyor. Kanun koyucu ve yargı mensuplarını hak ve özgürlükler temelli bu kriterleri tanımaya zorlamak gerek. Yargı kanadında farkındalık yaratmak dışında bir katkısı olmayacağını düşündüğüm bu çalıştayın “kriterlerini” kanun koyucunun nasıl yorumlayacağını hep birlikte göreceğiz. Son aylarda katalog suçları artırmaktan bahseden TİB yetkilileri bu konuda ipucu verdiler aslında.

Devletin birey lehine hukukla sınırlanmasına hukuk devleti denir. Demokratik zor kullanarak devleti temel hak ve özgürlükleri tanımaya mecbur etmekten başka yol yok. 5651 “düzeltilebilecek” bir kanun değil, AİHS’ne ve anayasaya aykırı ve acilen kaldırılmalı...

Oyunun Kuralı - İnovasyonun değişen coğrafyası

Küresel ağ kapitalizminin egemen paradigma olarak belirmesiyle birlikte, inovasyonun giderek artan bir hareketlilik içine girdiği, Ar-Ge’de dışkaynak kullanımının arttığı, inovasyon ithalatçısı ülkelerin artan teknoloji transferi dolayısıyla inovasyon ihraç eder konuma yükseldiğini görüyoruz. Asya-Pasifik başta olmak üzere, Batı dışı coğrafyalarda küresl inovasyon odaklarının doğuşuna tanık oluyoruz.

Dünya Ekonomik Forumu, Mart ayı sonunda 2009-2010 Küresel Bilgi Teknolojileri Raporu’nu yayınladı. Rapor 133 ülkenin küresel ağ ekonomisi içindeki rekabetçi konumunu inceliyor. Son üç yıldır Türkiye’nin karnesi parlak değil. Ağa hazırlık endeksinde 2007-2008 döneminde 3.96 puanla 55. sırada olan ülkemiz, 2008-2009 döneminde 3.91 puanla 61. sıraya, 2009-2010 döneminde ise 3.68 puanla 69. sıraya gerilemiş.

Elbette Danimarka 1. sıradan 3. sıraya, ABD 3. sıradan 5. sıraya gerilemiş diye avunabiliriz! Ama rapordan söz etmemin nedeni, Türkiye’nin son yıllarda bilgi, bilim-teknoloji ve inovasyonla ilgili hemen her konuda gerilemesine hayıflanmak değil; küresel krizle birlikte hızlanan bir harekete dikkat çekmek: bilgi teknolojileri ve ileri teknolojiler başta olmak üzere, inovasyon dinamiği Batı’dan Doğu’ya, özellikle de Asya-Pasifik bölgesine kayıyor.

ABD’nin teknolojik inovasyonda öncü gücünü kaybettiğine dair çok sayıda yayın var. AB ülkelerinde de nanoteknoloji ve biyoteknolojideki bazı gelişmeler hariç durum pek parlak değil. Küresel ağ kapitalizminin egemen paradigma olarak belirmesiyle birlikte, inovasyonun giderek artan bir hareketlilik içine girdiği, Ar-Ge’de dışkaynak kullanımının arttığı, inovasyon ithalatçısı ülkelerin artan teknoloji transferi dolayısıyla inovasyon ihraç eder konuma yükseldiğini görüyoruz. Asya-Pasifik başta olmak üzere, Batı dışı coğrafyalarda küresl inovasyon odaklarının doğuşuna tanık oluyoruz. Batı’nın gerileyen ölçek ekonomilerinin yüz yıllık markaları haraç mezat Doğu’ya satılıyor. Kontrol sanayilerinde büyük bir değişim yaşanıyor: ölçek ekonomisinden esnek kapsam ekonomilerine geçiyoruz ve avantaj coğrafya değiştiriyor. Buna krizin finansal sisteme dayattığı değişikliklerle G20 ülkelerinin artan kaynak kontrolünü eklersek, inovasyonun finansmanında da benzer hareketler bekleyebiliriz. Sadece bilgi değil, sermaye de seyahat halinde.

İnovasyon dinamiği artık hantal, merkezi olarak yönetilen devasa “ulusal inovasyon sistemleri”ne bağlı değil. İnovasyon bir “açık sistem”e dönüşerek küresel işbirliği ağları üzerinde yapılanıyor ve ağlarda yeni düğümler oluşuyor. Bu radikal hareketin Türkiye için temsil ettiği fırsat ve tehditleri ise başka bir yazıya bırakalım.


09 Nisan 2010

Oyunun Kuralı - Yeni bir bakanlığımız oldu!

TBMM’ne sunulan “E-Devlet ve Bilgi Toplumu Yasa Tasarısı”, e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu ve DPT’nin, bu arada göstermelik de olsa orada bulunan sivil toplum kuruluşlarının sürecin tamamen dışına itilerek etkisizleştirildiğinin; Bilgi Toplumu Stratejisi’nin iflas ettiğinin; BİT alanının katılımsız ve yönetişimsiz bir merkeziyetçi yönetsel modelin insafına bırakıldığının resmidir.

Daha önce bu köşede bir çok kez söz ettiğim (BtHaber, S: 738, 740, 746, 758, 762), e-dönüşüm projesiyle ilgili operasyonun yeni bir aşaması gerçekleşiyor: Geçtiğimiz hafta TBMM’ne sunulan “E-Devlet ve Bilgi Toplumu Yasa Tasarısı”nın e-devlet hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin usul ve esasları belirleyen 19’uncu maddesi, Ulaştırma Bakanlığı’nı bilgi ve iletişim teknolojileri alanının “patronu” haline getiriyor. Başbakanlık bünyesinde kurulması planlanan Bilgi Toplumu Ajansı, bu tasarıyla rafa kalktı. Ulaştırma Bakanlığı tüm devlet birimlerinin e-devlet uygulaması için başvuracağı tek adres olacak. Bu görevi, 2003 yılında çıkartılan Başbakanlık Genelgesi ile ve e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nun sekreteryası kimliğiyle DPT yürütüyordu. Yeni kanunlar için düzenleme yapmak ve diğer kamu kurumlarını izlemekle görevlendirecek Bakanlık bilişimde en yetkili kurum olacak. Böylece Bakanlık, BTK aracılığıyla kontrol ettiği telekomünikasyon hacmine yaklaşık 5 milyar dolarlık bir hacmi temsil eden bilişim projelerini de ekleyerek ciddi bir ekonomik büyüklüğün idaresine geçecek.

Bu yasa, İcra Kurulu ve DPT’nin, bu arada göstermelik de olsa orada bulunan sivil toplum kuruluşlarının sürecin tamamen dışına itilerek etkisizleştirildiğinin; Bilgi Toplumu Stratejisi’nin iflas ettiğinin; BİT alanının katılımsız ve yönetişimsiz bir merkeziyetçi yönetsel modelin insafına bırakıldığının resmidir. Bu yasayla, henüz yetkilendirilmemiş bile olsa (ki çok geçmeden bu da gerçekleşecektir), Bakanlık fiili olarak Ulaştırma ve BİT Bakanlığı’na dönüşmüş oluyor.

Bakanlığın BİT alanına nasıl baktığı internet’e bakışından anlaşılabilir. İnternet konusundaki konumumuz ise AB İlerleme Raporu ve AGİT Raporu’ndaki açık eleştirilerden ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in son “İnternet Düşmanları Raporu”ndaki “gözetim altındaki ülkeler” ligine girmemizden belli. Salt kamu odaklı ve merkeziyetçi yönetsel modelle “millileştirilmiş” bir internet ve BİT alanı hayali kuruyorlar. Oysa artık “e-devlet” terimi bile kadük kaldı, onu yerine “bağlantılı yönetişim” deniyor! Bu gelişmeler karşısında dönüp yönetişimin etkili tarafı olması gerekenlere bakıyoruz: Heyhat! Sivil toplum kuruluşlarımız, İcra Kurulu’nda gösteremedikleri katılımı 5651 kod adlı sansür yasasıyla kurulmuş İnternet Kurulu’nda konumlandıkları müphem “danışmanlık” statüsüyle gösterebileceklerini sanıyorlarsa çok yanılıyorlar!

Oyunun Kuralı - Politikasızlık ve “yönetişim fobisi”

Politika geliştirme sürecinin en büyük zaafının ve sonrasında strateji, taktik, eylem planı ve uygulama düzeyinde yaşanan başarısızlığın mantıksal nedeninin, “yönetişim fobisi” olduğunu düşünüyorum. Politika ulusun örgütlü tüm taraflarını ilgilendirir, o tarafların katılımıyla yapılır ve gerçekleşmesinin koşulu etkin yönetişimdir.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Huawei Türkiye AR-GE Merkezi açılış töreninde yaptığı konuşmada, “ulusal bilim ve teknoloji vizyonumuz, toplumda bilim ve teknoloji kültürünün benimsenmesini sağlamak, bilim ve teknolojiyi ürüne dönüştürerek, ulusal yaşam düzeyini yükseltmektir” demiş. Bunun vizyon değil de misyon olması bir tarafa, güzel cümleler bunlar. Ama bu hedeflere nasıl ulaşılacağı konusunda bir vizyon, bir politika ve bir strateji de ortaya koymanız gerek. Yıldırım bu sorunu “sihirli sayıya”, yani 2023 Vizyonuna referansta bulunarak çözmüş! Ama bildiğim kadarıyla hazırlamak için onca emek sarfedenler başta olmak üzere herkes vizyon dokumanından umudunu kesmiş durumda ve bunun nedeni olarak da kamu yönetiminin ilgisizliğini gösteriyorlar. Bu doküman da o çok övünülen “Bilgi Toplumu Stratejisi”nin, raflarda yığılan onca politika, strateji belgesi, BTYK kararı, Şura raporunun kaderini paylaşıyor.

Tesadüf bu ya, Bakan’ın bu açıklamayı yaptığı sıralarda TÜBİTAK ULAKBİM tarafından 1981-2007 arasında Türkiye adresli olarak üretilmiş bilimsel yayınların sayısı ve etki değerini ele alan "Türkiye Bilimsel Yayın Göstergeleri (II)" adlı kitap yayınlandı. Kitabın tartışıldığı çalıştayda Türkiye’nin bir ulusal bilim-teknoloji politikası olup olmadığı konusu da masaya yatırıldı ve ortaya pek de olumlu bir sonuç çıkmadı. Çalıştayın sonuçları hükümet, YÖK, TÜBİTAK, TÜBA ve üniversiteler açısından da iç açıcı değildi. Politikamız olmadan, bilim ve teknolojiyi üreten kurumları iyileştirmeden nasıl olup da “bilim ve teknolojiyi ürüne dönüştürerek ulusal yaşam düzeyini yükseltmek hedefini gerçekleştireceğiz” sorusu ortada duruyor!

Türkiye’de politika geliştirme sürecinde yaşanan zaaflar söz konusu olduğunda, önceliği konjonktüre teslim olup geleceği öngörme yeteneğini kaybeden “siyasi irade”ye vermek adettendir. Ben “siyasi irade” de dâhil tüm taraflar için geçerli olmak üzere, politika geliştirme sürecinin en büyük zaafının ve sonrasında strateji, taktik, eylem planı ve uygulama düzeyinde yaşanan başarısızlığın mantıksal nedeninin, “yönetişim fobisi” olduğunu düşünüyorum. Politika ulusun örgütlü tüm taraflarını ilgilendirir, o tarafların katılımıyla yapılır ve gerçekleşmesinin koşulu etkin yönetişimdir.

Bu iş öyle yetki, iktidar, bakanlık hayalleri kurarak olmuyor. Güç ortada, taraflara eşit uzaklıkta, anonim bir alanda yer alıyor. Bilgiyi ve iktidarı paylaşmadan yönetemezsiniz...


17 Mart 2010

Telif hakları insan haklarından daha mı önemli?

Küçük bir grubun ticari çıkarlarını korumak bahanesiyle sadece iletişim özgürlüğümüze değil, özgürlüğümüzün kendisine kastedecekler. Hem telif hakkı lobilerini memnun edecekler, hem de internetin denetlenmesi, sansürlenmesi ve erişimin izlenmesi adına güçlü bir araç yaratmış olacaklar.

“Kitap, kitap olarak yazarındır, ama düşünce olarak tüm insanlığa aittir. Tüm zekâların onda hakkı vardır. İki haktan biri feda edilecekse, yazarın hakkı ya da insan ruhunun hakkı, kuşkusuz bu yazarın hakkı olmalıdır. Çünkü öncelik kamusal faydadadır ve toplum bizlerden önce gelmelidir.” (Victor Hugo, Uluslararası Edebiyat Kongresi açılış konuşması, 1878) Hugo, 132 yıl önce, bugün yaşadığımız paradoksu çözmüştü: Telif hakları bir grubun haklarıdır ve insanlığın temel haklarından önce gelemez; “eser” eser sahibine ait olabilir, ama yaratımında tüm insanlığın ortak hakkı vardır.

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nunun sorunlu Ek 4. maddesi ile, bugüne kadar yaklaşık 3 bin site erişime engellendi. Şimdi yasanın yenileneceğini ve Mart ayında yürürlüğe gireceğini öğreniyoruz. Buna göre, internette telifli içeriği izinsiz indiren kullanıcıların internet erişimleri engellenebilecek. Yani sitelere erişim engelleyerek sansür uyguladıkları yetmedi, şimdi de kullanıcıların iletişim özgürlüğünü engelleyecekler! Üstelik kimin hangi içeriğe ulaştığını izlemek bahanesiyle bir ticari çıkar grubu (MÜYAP), tüm iletişimimizi izleyip özel hayatımızın gizliliğini ve mahremiyet hakkımızı ihlal edecek…

Kaldı ki işlerin bununla kalmayacağını, para ve hapis cezalarının da geleceğini öngörmek yanlış olmaz. Küçük bir grubun ticari çıkarlarını korumak bahanesiyle sadece iletişim özgürlüğümüze değil, özgürlüğümüzün kendisine kastedecekler. Üstelik iktidar bunu yaparken bir taşla iki kuş vurmuş olacak: Hem telif hakkı lobilerini memnun edecekler, hem de internetin denetlenmesi, sansürlenmesi ve erişimin izlenmesi adına güçlü bir araç yaratmış olacaklar. Bu, bir "eşik etkisi" yaratacak. Bu "kullanışlı aracın" telif hakları olması aslında çok ironik bir durum.

Eylül 2009 tarihinde yasalaşan ve yılbaşında yürürlüğe giren Fransız sayısal içerik koruma yasası HADOPI’nin kanun koyucularımızın esin kaynağı olduğu anlaşılıyor. Bu yasa daha önce idari yetkinin özel gruplara devredildiği ve iletişim özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle Fransız Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Bir kaç değişiklikle yasa tekrar geçirildi, ama karşı hukuk mücadelesi sürüyor. Telif hakları lobisinin bu yasanın mantığını Avrupa Birliği çapında bir konvansiyona dönüştürme girişimleri ise, AB tarafından Kasım 2009’da kabul edilen ve internet erişim hakkının ihlal edilemeyeceğini öngören “İnternet Özgürlüğü Provisyonu” ile boşa çıkarıldı. Fransız HADOPI’nin izinden giden yeni FSEK’imiz bu provizyonla çelişecek, ama zaten Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de aykırı olacak.

Telif hakları, 1550’lerde İngiltere kraliçesi (Kanlı) Mary tarafından Gutenberg devrimiyle gelişen düşünce özgürlüğünü bastırmak için, sarayın onayladığı eserleri basan matbaacılar birliği “London Company of Stationers”a verilen kitap basma tekeliyle ortaya çıkmıştı. Şimdi de internet devriminin getirdiği düşünce, ifade ve iletişim özgürlüğünü, bilgiye erişme hakkını ve özel hayatın gizliliğini baskı altına almak için hükümetler ve çıkar grupları tarafından kullanılıyor.

İnternetle ilgili olarak asıl ihtiyaç duyduğumuz düzenleme, internet erişiminin temel hak ve özgürlüklerimizin bir parçası olarak anayasal koruma altına alınması, yeni sansür düzenlemeleri değil!

09 Mart 2010

Oyunun Kuralı - “Ulusal İnovasyon Bankası”

İnovasyonun finansmanı, küresel finansal sistemin yeniden yapılandırılması döneminde en acil ihtiyaçlardan biri olacak. Krizden çıkış geçici iyileşmelerle değil gerçek bir büyüme ivmesiyle olacak, bu da inovasyona bağlı. İnovasyonun finansmanı için yeni bir model öneriliyor: “Ulusal İnovasyon Bankası”...

Son küresel kriz, sadece finansal sistemi ve reel ekonomiyi değil, inovasyonun finansmanını da vurdu. Risk sermayesi ve girişim sermayesi sektörü küresel ölçekte ciddi sıkıntı içinde. ABD’de risk sermayesi destekli şirketlerin halka arzı 1990‘lar seviyesine indi; toplam risk sermayesi yatırımı yılda 20 Milyar Doların altına düştü. Bush döneminin en acı miraslarından biri, ülkenin bilim, teknoloji ve inovasyonda öncü konumunu kaybetmesi ve ilk kez ciddi bir beyin göçü tehdidiyle karşılaşması oldu. ABD ekonomisinin dinamizmini kaybetmekte olduğu giderek daha yüksek sesle dile getiriliyor. Krizden çıkış geçici iyileşmelerle değil gerçek bir büyüme ivmesiyle olacak, bu da inovasyona bağlı.

Harvard Business Review’in Ocak-Şubat 2010 sayısında, 2006 Nobel İktisat Ödülü sahibi Edmund S. Phelps’in Leo M. Tilman ile birlikte yazdığı bir makale yayınlandı. Yazarlar, ekonomiye dinamizmini yeniden kazandıracak inovasyon projelerine kaynak yaratmak için mevcut finansal sistemin uygun olmadığını, finansal kurumların şeffaflık ve hesap verebilirlikten uzak olduğunu ve inovasyon konusunda yeterli bilgi ve deneyime sahip olmadıklarını iddia ediyor. Bu krizin asıl kaynağı, yıllardır askeri-endüstriyel komplekslerle şaibeli ilişkisi sayesinde reel ekonomiyi zorladığı yönetişim düzeninden kendisi kaçan küresel finansal sistem olduğuna göre, bu yerinde bir iddia. Finansal kurumlar, reel ekonomiyi ve inovasyonu desteklemek yerine bulanık ortamda para kazanıp kazançlarını emlak balonunu şişirmek için kullandılar. Şimdi yönetişime geçmek zorundalar, ama uyum sağlamaları zaman alacak.

Phelps ve Tilman, inovasyonun bir kamu politika hedefi olarak önceliklendirilmesini, hükümet sponsorluğunda ve ticaret bankası kimliğinde bir “Ulusal İnovasyon Bankası” kurulmasını, kapsamlı inovasyon projelerine bu bankanın yatırım yapmasını veya kredi vermesini öneriyorlar. Bankanın risk yönetimi ve teşvik sistemleri konusunda uzmanlaşmasını, tümüyle şeffaf olmasını ve gerek siyasal gerekse kamusal baskılara karşı bir direnç mekanizmasıyla donatılmasını öngörüyorlar.

İnovasyonun finansmanı, küresel finansal sistemin yeniden yapılandırılması döneminde en acil ihtiyaçlardan biri olacak. ABD, Brezilya gibi örnekleri iyi inceleyip bir inovasyon yasasına ve yeni finansman modellerine odaklanmamızda büyük yarar var.

23 Şubat 2010

Oyunun Kuralı - “e-Dönüşüm”e ne oldu?

Olumsuz düzenlemeler, merkeziyetçi yönetim, denetim ve gözetim saplantısı, uluslararası teamüllerden koparak içe kapanma eğilimi, yönetişim fobisi, vergilendirme ve millileştirme odaklı bir ekonomik zihniyet... İşte e-Dönüşümü yönetmeye soyunan anlayışın portresi!


e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nun son toplantısını yaptığı ve Bilgi Toplumu Stratejisi Eylem Planı’nın acı bilançosunun açıklandığı 15 Temmuz 2009‘dan bu yana, yaprak kımıldamıyor. Son zamanlarda Bilgi Toplumu Dairesi’nin internet sitesine göz attınız mı? DPT bile e-Dönüşümden umudu kesmiş görünüyor!

İcra Kurulu’nun statüsü ve geleceği hakkındaki belirsizlik sürerken, Başbakanlık’ı e-Devlet çalışmalarının merkezine yerleştirecek Bilgi Toplumu Ajansı yasa tasarısı da rafa kalktı. Ajansın yönetişim kaçkını, merkeziyetçi ve bürokratik yapısı düşünülürse, bu hayırlı bir gelişme olarak da okunabilir. Ama Bakanlar Kurulu’na sevkedilen torba kanun da bir sırlar kitabı gibi. Anlaşıldığı kadarıyla DPT ile Ulaştırma Bakanlığı arasında çekişme sürüyor. “E” öneki ile başlayan her konuda Ulaştırma Bakanlığı açıklama yaptığına göre, ibre ikincisinden yana ağır basacak gibi görünüyor.

Daha önce bu köşede Ulaştırma Bakanlığı’nı bilgi ve iletişim teknolojileri bakanlığı olarak da görmeye alışmamız gerektiğini yazmıştım. Son gelişmeleri de bu operasyonun aşamaları olarak yorumluyorum. Muhtemelen BTK içinde kurulacak bir birim önce e-devlet çalışmalarının koordinasyonundan sorumlu olacak; sonra BTK İcra Kurulu’nu tamamen kadük kılacak; Bakanlık yeni işlevlerini yasallaştırdığında da bu operasyon tamamlanmış olacak. Daha şimdiden Bakanlık, yetkisi olmamasına rağmen bu alandaki tek düzenleyici otorite gibi davranmaya alıştı. 5651 kod adlı internet sansürü yasasından beri bu operasyon adım adım ilerliyor.

Bu yapının internete ve genelde BİT ile ilgili konulara yaklaşımı ise ortada: Olumsuz düzenlemeler, merkeziyetçi yönetim, denetim ve gözetim saplantısı, uluslararası teamüllerden koparak içe kapanma eğilimi, yönetişim fobisi, vergilendirme ve millileştirme odaklı bir ekonomik zihniyet... Bu yaklaşımın giderek karmaşıklaşan küresel ağ kapitalizmi koşullarında bizi neye dönüştüreceğini sorgulamamız ve tartışmamız gerekiyor.

BİT ile dolaylı ya da dolaysız olarak ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarının, meslek kurumlarının, iş çevrelerinin, akademi dünyasının acilen odaklanması gereken konu bu. Bu tartışmanın da İnternet Kurulu’nda yapılamayacağı açık! Gerçekten sivil, yani devletin yer almadığı bir platform gerekiyor. Artık taraf olmanın zamanı gelmedi mi?

26 Ocak 2010

Oyunun Kuralı - İnternet sansürü ve uluslararası toplum

Uluslararası toplumda tepkiler giderek yükseliyor. Çok yakında Türkiye, bir hukuk devleti olduğunu kanıtlamak için internete yönelik baskıcı düzenlemelerini reforme etmek zorunda kalabilir...

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Medya Özgürlüğü Temsilciliği Türkiye’de internet sansürü ile ilgili bir rapor yayınladı. Rapor, bu alanda uluslararası çalışmalarıyla tanınan Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Dr. Yaman Akdeniz tarafından hazırlandı.

Rapora göre, 5651 sayılı internet sansürü yasasıyla engellenen sitelerin sayısı Aralık 2009 itibaryla 3700’ü buluyor. MÜYAP’ın telif hakkı ihlali gerekçesiyle engellettiği siteleri ve 5651 ile FSEK dışında engelleme yapılamaz hükmüne rağmen terörle mücadele vb. gerekçelerle engellenen siteleri de eklediğimizde 6000‘den fazla sitenin sansürlendiği ortaya çıkıyor. Bu olağandışı tabloya, TİB’in geçtiğimiz Mayıs ayından bu yana bilgiye erişim hakkını hiçe sayarak erişim engelleme bilgilerini kamuoyundan gizlemesini de eklersek, niçin internet sansürcüsü ülkeler liginde başa oynadığımızı anlamak zor olmaz.

MÜYAP sadece telif haklarını koruduğunu iddia ediyor. Ama algılayamadığı veya algılamak istemediği, oysa gerek hukuk devleti, gerek insan hakları, gerekse evrensel hukuk açısından tartışılamaz olan bir nokta var: İstisnasız herkesi ilgilendiren düşünce, ifade ve iletişim özgürlüğü ve bilgi edinme hakkı, mülkiyet hakkının, hele de bir kesimin mülkiyet hakkının korunmasından daha üstün ve önceliklidir. Yani mülkiyeti koruyacağım derken bu temel hak ve özgürlükleri çiğneyemezsiniz. Müyap'ın kullandığı FSEK Ek madde 4‘ün yaptığı tam da budur. Sorunu hukuk çerçevesinde tazminat davalarıyla çözmek dururken hepimizin hak ve özgürlüklerine kastetmek düpedüz sansürcülüktür.

Ulaştırma Bakanı da, Youtube engellemesinin yarattığı yoğun tepkiyi göğüslemek için, vergi ödememekten, temsilcilik açmamaktan dem vuruyor. İyi de, Youtube Atatürk’ü korumak için engellenmemiş miydi? Bunun vergiyle, ekonomiyle, temsilcilikle ne ilgisi var? Yoksa onlar da, MÜYAP gibi, karşı tarafı masaya oturtmak için engellemeleri mi kullanıyor?

AGİT raporu önemli gelişmelere yol açabilir. Zaten Youtube yasağı AİHM’ne taşındı. AB, müzakerelerin devamı için internet sansürünün önlenmesi gereğine son ilerleme raporunda vurgu yaptı. Uluslararası toplumda tepkiler giderek yükseliyor. Çok yakında Türkiye, bir hukuk devleti olduğunu kanıtlamak için ilgili düzenlemeleri reforme etmek zorunda kalabilir...