31 Mart 2007

"Uçurumların üzerinde değer yaratamazsınız"

--------------------------------------------------------------------------------------
Sabah Gazetesi – İşte İnsan Eki (11.03.2007) - Röportaj
---------------------------------------------------------------------------------------


- Türkiye gibi üretim ve tarımda gelişmenin tam sağlanamadığı ülkelerde bilgi çağı ekonomisi yaratmak mümkün mü?

Türkiye yıllarca "geleneksel" üretim ve tarım sektörlerinin büyümesine, "Böyük Türkiye" olmaya odaklandı. Ama gerek aşırı merkeziyetçi yönetsel modelleri gerekse politikasızlık zafiyeti nedeniyle bu alanda kendine ait özgün yolu bulamadı. Pazar oldu. Ülkenin bir tarım, enerji, dış ticaret, eğitim, sağlık politikası yok! Bugün bilgiye dayalı ekonomik faaliyetlerin gelişimi açısından da aynı zafiyetle karşı karşıyayız. Henüz bilgi ve iletişim teknolojileri, inovasyon, yaşam boyu öğrenme politikalarımız da yok. Zaten güvenlik dışında politikamız var mı ki? İnovasyonu kurumsallaştırıp girişimci dinamiklerin önünü açarak rekabet avantajı yaratmak için, ekonomiden siyasete, kültürden bilim ve teknolojiye, yönetim modellerinden hukuki altyapıya bilgi ekonomisinin paradigmalarına uyum sağlamak gerekiyor. Tam da bu yüzden, Türkiye gibi potansiyelleri yönetilmeyen, konjonktüre teslim olmuş bir ülke için, bilgi ekonomisine geçişin imkân dâhilinde olup olmadığını tartışmak bile lüks. Bu bizim için mümkün olmanın ötesinde hayati bir zorunluluk. Yoksa en derin paranoyalarımızın gerçekleştiğini göreceğiz. Üstelik paranoyamızı ulusal faydadan üstün tuttuğumuz için olacak bu!

- İstanbul'un bilişim, Ar – Ge, mimari ve kültür – sanat üzerinden yaratıcı kesim için bir cazibe merkezi olması sağlanabilir mi?


Küresel ekonominin giderek bilgiye dayalı hale gelmesi kentlerin rolünü baskın hale getiriyor. Küresel ağa bağlı ve otonom "teknopol"ler ortaya çıkıyor. Bilgi ve iletişim işlevleri açısından yeniden tasarlanan ve yönetilen kentler bilgi ekonomisinin ekosistemi için en verimli ortamlar. Küresel sermayenin giderek daha hareketli ve esnek hale gelmesi, ağ etkisiyle artan etkileşim boyutu kentleri ekonomik faaliyetin temeline yerleştiriyor. Bu durum ister istemez uluslararası, bölgesel, ulusal ve yerel ölçekte yönetim modellerini de dönüştürüyor. İstanbul gibi, gerek coğrafi açıdan gerekse kültürel-siyasal-ekonomik etkileşim bakımından ciddi potansiyeller barındıran bir kent, küresel bilgi ve iletişim, yani değer akışının önemli düğümlerinden biri olma şansına sahip. Ancak bu şansı yakalamak kenti, kentin işlevlerini, kullanım boyutlarını, maddi ve gayrimaddi altyapısını yeniden tasarlamamıza bağlı. Önerilen mevcut modeller maalesef kentin enerji ve dinamiklerinin çok gerisinde. Bir sıçrama gerek. Yoksa İstanbul, küresel konjonktürün zoruyla, iş zekası, gayrimaddi ekonomi, çok uluslu inovasyon ortaklıkları için yine de bir çekim merkezi haline gelecek; ama bu durumu yönetmediğimiz için oluşan faydayı kalıcı rekabet avantajına dönüştüremeyeceğiz. İstanbul'u "kiralamakla" yetineceğiz. Kiracıların ürettikleri değerin kırıntılarıyla yetineceğiz. Fizik kuralları gereği her boşluk doldurulur. Siz doldurmazsanız birileri doldurur. Bir gün İstanbul'u tanıyamayacağımız kesin, ama siz asıl İstanbul'un bizi tanımayacak olmasından korkun.

- Bir ülkede ya da bölgede bilginin kullanımı ve ulaşılabilirliği homojen dağılmıyorsa, gelişim engellenir mi?

Bir ülkede bilginin kullanımının homojen olarak dağılmasına neredeyse imkân yok. Kullanım, üretim, işleme, paylaşım ağlarının yoğunluğu ülkenin tamamına her zaman eşitsiz dağılır. Ama bilgiye erişim imkânının her yerde ve herkes için eşit olarak varolması çok önemli. Çünkü nerede nasıl bir gelişim olacağını belki öngörebilirsiniz, ama öngörüleriniz asla matematik kesinliğe ulaşamaz. Yerleşimlerin iç dinamiklerine saygı göstermeniz ve teşvik etmeniz gerekir. "Bilgi uçurumu"nu önlemek için ülkeler bilgi ve iletişime erişim imkânını herkese tanımak zorundalar. Teknolojinin gelişim trendleriyle artan hareketlilik, esneklik, fiziki altyapıdan bağımsızlık ve yakınsama (convergence) artık bunu mümkün kılıyor. Ülkeyi "ekonomik havza" modelinde, yani kendine yeterlik kıstaslarına göre bölgelere ayırırsanız, her bölgede evrensel erişim prensibine göre adil bir biçimde dağıtılmış bulunan erişim imkanından kendi potansiyelleri ve girişimcilik dinamikleri ölçüsünde yararlanan, bilgi kullanımı, işlenmesi ve üretiminin yoğunlaştığı "değer adaları"nın oluştuğunu görürsünüz. Bu adalar, yarattıkları inovatif ekosistemle birbirlerini tetikleyerek bölgenin kendine yeterlik potansiyellerini geliştirip kalkınmayı doğrudan etkiler ve paylaşılan genel refah artar.

- Çok fazla sayıda insana sıradan, gündelik işler yaptırılması insan kapasitesinin boşa harcanması olarak görülüyor. Daha çok insanın yaratıcı işlere getirilmesi ve insanların yaratıcı kapasitesini kullanabilmesi için neler yapılmalıdır? Bu konuda İstanbul'u bir çekim merkezi haline getirmek mümkün müdür? Nasıl? Politik güç bunu sağlayabilir mi/sorumluluğu nedir?

Bu noktada Richard Florida'nın "yaratıcı sınıf" kavramını pek de anlamlı bulmadığımı söyleyeyim. Mantıksal açmazlarla yüklü bu kavramı ayakta tutabilmek için türettiği "yaratıcı ekonomi", "yaratıcı sermaye" vb. nitelemeler de metaforik "hoşluklar" olmaktan öte değer taşımıyor. "Yaratıcılık", ekonomik faaliyetleri açıklamak için fazla soyut, belirsiz ve çokanlamlı bir kavram. "Sanayi-sonrası toplum" tarzı "postmodern" okumalarla yeni "kent çalışmaları"nı (urban studies) harmanlayıp, gayrimaddi (intangible) değerlere dayalı inovasyon ekonomisinin iş yapma ve istihdamın doğası üzerindeki etkilerini anlamaya kalkıştığınızda benzeri hoşluklar ortaya çıkıyor ama pek de uzun ömürlü olamıyor. Üstelik "yaratıcılık" kavramını ekonomik büyümenin temeline yerleştirmek için mecburen "yetenek" gibi, hala bilişsel (cognitive) bilimlerin üzerinde anlaşamadığı bir kavrama başvurursanız ortaya hiç de hoş olmayan sonuçlar çıkıyor. "Doğal" yeteneklerine göre bölümlenen toplumlar gibi, oldukça "öjenik", "arî" bir noktaya zıplıyorsunuz. Bu kadarına "Digerati" (ileri teknoloji seçkinleri) bile gönül indirmez. Sınıf kavramı bir sosyal organizasyonda çok temel ortaklıklar gerektirir. Bu ortaklıkların ekonomik işlev üzerinde temellendiği doğrudur, ama ne olduğu belirsiz bir "yaratıcılık" işlevinden sınıf bağı türetmek de zordur. Üstelik "sınıf" kavramına artık ihtiyacımız olup olmadığı bile tartışılırken. Ama açıkçası Florida'nın özgün olmayan bir biçimde konumladığı ekonomik trendi açıklamak için "yaratıcılık" kavramına ihtiyacımızın olmadığı açık. Bunun için geçerli bir kavram zaten var: "İnovasyon", yani "hızlı bir biçimde ekonomik faydaya dönüştürülebilen yenilik"… Florida'nın yaratıcı sınıf olarak gördüğü profesyonel kesimler aslında sadece "becerikli"… Gerekli kaynakları ve işbirliği ortamını bulabilen küçük bir kısmı ise inovatif. Büyük kısmı ise, "X Kuşağı"nın yaratıcısı Douglas Coupland'ın harika deyimiyle birer "microserf" / "mikroköle"… Bilgi becerilerine sahip insanlar inovatif olabilir de olmayabilir de. Yaratıcılık, tıpkı eğitim, bilgi-iletişim-teknoloji-hukuk-kurumsallık altyapıları, kümelenme-ortaklık stratejileri gibi, inovasyonun dinamiklerinden yalnızca biri ve sanıldığı kadar "doğal" bir şey değil. Yaratıcılık "yaratılabilir" bir şey. Politikalarla, sosyal dinamiklerle, etkileşimle ve elbette esnek yaşamboyu eğitim modelleriyle üretilebilir bir şey… "Sıradan, gündelik işler" her zaman yapılacaktır ve her zaman insanların büyük bir çoğunluğunun yaptığı işleri böyle adlandırma eğiliminde olacağız! İstanbul'un bölgesel/küresel inovasyon odakları ve gayrimaddi sermaye akışı için çekim merkezi haline gelmesi ise elbette mümkün. Ama çekmek kadar "yaymak" da önemli. Bunu da ancak kendi ürettiğiniz değerle yaparsınız. Yoksa "yolgeçen hanı" olursunuz. Bu da belli bir değer sağlar tabii. Turizm önemli bir sektör. Ama gelin artık tüm anahtar sektörlerin birbirini değer üretmek için nasıl tetikleyeceğini tartışalım. Değeri nasıl kalıcı kılacağımızı konuşalım.

- İstanbul'un en yaratıcı şehirler listesinde yer almasının, ekonomide katma değere dönüşebilmesi için neler yapılmalıdır?


Bu hayali "listeyi" pek önemsemiyorum. Açıkçası benim için İstanbul'un inovasyon, rekabet, bilgi ekonomisi, insani kalkınma endekslerinde nerede olduğu daha önemli. Florida'nın tartışmalı veri değerlendirme yöntemlerine göre zaten her metropol, yapısı gereği gelişen çok kültürlülük ve etkileşim boyutu, artan küresel bağlantı, farklılaşma ve açıklık imkanları sonucu "yaratıcı" insanlar için bir çekim merkezidir. Çalışma koşulları küresel trendlere daha uyumludur, hizmet sektörü gelişir, iş merkezleri artar, yaşam kalitesi çeşitlenir vb. Bu tür kentler başka yerlerden daha "bohem"dir, bir "gay" nüfusu vardır (!), eğlencelidir, hoşgörü "yanılsaması" ile yaşar. Ama aynı kentler kanser gibi yayılıp (sprawl) yönetilemez hale de gelir, yaşam kıyılara çekilir, şiddet patlar, güvenlik saplantısı yaşam kalitesine karışır… Ekonomide katma değer yaratmak için yaratıcı nüfustan fazlası gerekir. Tüm tarafların uzlaştığı bir kent politikası, bilgi ve iletişim okuryazarı bir genel nüfus, kaynakların, işgücünün ve inovasyon dinamiklerinin kurumsallaştığı bir sistem ve elbette adalet ve demokrasi gerekir… Bunun için ne yapılmalı peki? Bir yönetişim sistemi kurmalı. Kentin tüm anahtar kesimlerini etkileşime sokan bir yönetsel yapı kurgulanmalı. Ancak böyle bir yapı kendi faydasını düşünebilir. Ancak böyle bir ortaklık zemini katma değer üretimini kalıcı kılabilir.

- Yaratıcı sınıf, herkesin rahatça uyum sağlayabileceği ve gelişebileceği ortamlarda ve organizasyonlarda yer almayı tercih ediyor, farklılığa açık ortamlarda çalışmak ve yaşamak istiyor. İstanbul bu ekosistem için uygun bir şehir mi? Sizce yaratıcı nüfusu İstanbul'a çekebilecek miyiz?

Bunlar bilgi ekonomisinin gelişmesi ve inovasyonun yerleşmesi için de gerekiyor, ama dediğim gibi yeterli değil. Farklılığa açık olmak, hoş görmek, yaratıcılığı değerlendirmek bir sonuçtur. Kültürel, ekonomik ve siyasal dinamiklerin bir sonucudur. Paradigma dönüşümüne uyum sağlamadan ve bu uyumu kurumsallaştırmadan ortamı dönüştüremezsiniz. Makyaj çalışmasıyla, ancak kent içinde "yaratıcılar" için seçkin adacıklar yaratırsınız. Bu da geçici olarak gayrimenkul piyasası için iyi olabilir! Ama unutmayın ki her güvenli ada tehdit altındadır. Tehdit yaratıcılığı geliştirir mi acaba? Niçin olmasın? Yer altı kültürü de yaratıcıdır!

- Türk iş kültürü ve toplum yapısı meritokrasi kavramı için uygun mudur?

"Meritokrası" terimini ilk kez 1958'de Michael Young, insanların IQ'larına göre kastlaştırıldığı distopik bir gelecek tasarımını nitelemek için kullanmıştı. Ben de aynen onun gibi düşünüyorum. Bu tür bir "liyakat toplumu" içimi karartıyor. Ben hiçbir toplum yapısının ve iş kültürünün böyle bir nitelemeyi hak etmediğini düşünüyorum. Sosyal darwinizm, ırk arıtımı kadar tehlikeli geliyor bana. Kimin yetenekli, kimin yaratıcı, kimin "layık", kimin "haksız" olduğuna birileri karar vermeye başladığı zaman ipin ucu kaçıyor. Eğer bu terimi, "ürettiğin değerin hak ettiği kadar al" demek için kullanırsanız, bunun da anlamı yok; çünkü binlerce yıldır zaten böyle bir "ütopya" var! İşler böyle yürümüyor tabii. Ortak kaynakları inovasyon için seferber etmenin, bunu da ölçülebilir değer analizleri ile yapmanın "meritokrasi" ile ilgisi yok. Elbette değeri üretenler ondan daha fazla pay almalı; ama bu değerin üretimi sistemik olduğuna göre, sistem de sadece yaratıcılık üzerinde temellenmediğine göre, değerin nasıl paylaşılacağına tek bir kesimin karar vermesi hiç de adil değil.

- Yaratıcı ekosistemin oluşturulabilmesi için İstanbul'a yapılması gereken yatırımlar nelerdir?

Yaratıcılığı bir kenara bırakalım. Katma değerden bahsediyorsak inovasyondan bahsediyoruz demektir. İstanbul'un bir inovasyon bölgesi olması için yapılması gereken yatırım, ekonominin kuralları gereği elbette hem fiziki hem de gayrimaddi. Yani ulaşım, enerji, bilgi, iletişim, ortak kullanım altyapısı, eğitim, kültür, güvenlik, sağlık yapıları, entelektüel sermaye dolaşımının çekilmesi, iş yapma ortamının iyileştirilmesi, dış ticaretten elde edilen payın artırılması, bunun için gerekli kurumsal yapılar, üniversite-sanayi işbirliği, karma finansman modelleri, anahtar sektörlerde küme stratejileri, yaşam kalitesinin artırılması gibi yatırımlar… Ama buna siyasal iktidarın ve devlet bürokrasisinin değil, kentin kendisinin karar vermesi gerek. Bu ikisi sadece teşvik edici olabilirler. "Kentin kendisi" derken, bu kenti ayakta tutan tüm kesimlerin temsil edildiği bir yönetişim yapısını kastediyorum. Katma değer için adaletten ve demokrasiden taviz verirseniz, bu değerleri sadece belli kesimlere açarsanız, elde edeceğiniz tek şey artık size ait olmayan bir "dünya kenti" olur. Dünyanın "geldiği" ve "geçerken" bir kısmını götürdüğü bir kent. New York'a, Hong Kong'a, Seoul'e, Dublin'e bir bakın… Bunlar da dünya kentleri, dünyaya bağlılar ama bu bağlantıyı kendileri yönettikleri için katma değer üretiyorlar.

Uçurumların üzerinde değer yaratamazsınız.

30 Mart 2007

"Enformasyon mimarileri"...

Enformasyon mimarisinin, öncelikle bir “ağ mimarisi” olduğu ve gerçekte de, kendileri kılcal ağlardan oluşan düğümleri (zonlar) birbirine bağlantılayarak “kurulan” bir ağ biçiminde büyüdüğü söylenebilir. Bu zonlar kombinasyonunun oluşturduğu ilk mega-düğüm, tam da bir kentin topografyasını, siber-haritasını verir.


Pentagon'a virüs bulaştı

Amerikan Savuma Bakanlığı Pentagon, virüs kurbanı oldu. CNN'in haberine göre Deniz Birlikleri'nin Pentagon'da bulunan kargahına ait bilgisayarlar, Worm Virüsü tarafından vuruldu. Virüs saldırısında, gizlilik derecesi olmayan bilgisayar sistemleri zarar gördü. Sık sık virüs saldırılarıyla karşı karşıya kalan Pentagon yetkilileri, bilgisayar virüslerine karşı Norton Antivirüs programları kullandıklarını, son virüsün şimdiye kadar görülenlerden farklı olduğu ve dosyaları silerek arkasından bomboş bir ekran bıraktığı belirtiliyor. Virüsün sisteme nasıl girdiği henüz belirlenemediğini açıklayan yetkililer, Pentagon'un, geçtiğimiz yıl virüs saldırılarından korunmak için, yüz milyonlarca dolar ödemiş olduğunu hatırlattılar.[i]

Mekanın organizasyonu anlamında “mimari”, enformasyonla füzyon ilişkisine girmesi bir yana, iletişim teknolojileri ve sibernetiğin evriminin başlangıçlarından beri, aynı zamanda enformasyonun mekansal organizasyonu için de kullanılır. Devasa bir enformasyon ağının, bir bilgisayar sisteminin, bir anakartın ya da bir işlemcinin “mimarisi”nden de söz edilir.

Yüzyılın ortalarında, iki dünya savaşı arasında ve son savaş boyunca, bugünün iletişim teknolojilerini doğuran bir takım “bağlantılı” faaliyetler oldu: Norbert Wiener’in sibernetiği insan bilimleriyle kaynaştırma çabası ve Yapay Zeka (AI) pratikleri; Enigma, Colossus, Turing aygıtı ve diğer kriptografi çalışmaları ve nihayet ENIAC, ARPANET ve telekom tekeli MaBell kanalıyla iktidarın kuşatması altındaki üniversiteler ile askeri tesisleri birbirine bağlayan ilk enformasyon ağları, bunların en belli başlı örnekleri. Bu faaliyetlerin jargonunda, daha baştan beri “mekanın enformasyonel organizasyonu”nu ifade etmek için, “mimari” ve “enformasyon" terimleri birlikte kullanıldı. Yine en baştan beri, bir ağ gibi yayılan bu “enformasyon mimarisi”nin tüm dünyayı kaplaması öngörülüyordu.

İktidarlar her zaman kendilerine ait bir merkezin ve bu merkezden yayılarak tüm evreni kuşatan ve her noktasını denetleyebildikleri bir ağın düşünü kurarlar, anonim akıllarıyla. Özel (ve genellikle askeri amaçlı) bir çok yapının temelinde, bu merkez düşü yatar. A.B.D. Savunma Bakanlığı’nın merkezi karargahı Pentagon, mimaride pek sık rastlanmayan bu yapı formunun en ünlü örneğidir. Merkezinden geçmeden bir noktasından diğerine ulaşmanın çok zaman almasından dolayı, pek uygun bir mimari form olarak görülmeyen beş yüzlü poligon, II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında, A.B.D. ordusunun merkezi ve halen dünyanın en büyük ofis yapılarından biri olan Pentagon için seçilmiştir.

Altın Ölçü ya da Pi sayısının, yalnızca en bildik mimari formlardan biri olan dörtgenlerin değil, beşgenlerin de boyutlarında iş görmesinde ve diğer bazı derin mitlerde temelini bulan Pentagon da, bir tür ‘merkez’ olarak tasarlanmıştır. “Pentagon, yani beş yüzlü poligon, daire ile doğrudan bağlantılıdır, ve bu merkez/daire, birbiri ardınca açılan poligonların ilkidir.”[ii] Veriyollarının matrisiyle dünyayı kaplamayı amaçlayan bu merkez, tümüyle bir “akıllı bina” olarak tasarlanmıştır. Hem de öyle “sivil” mimarinin 1980’lerde akıl etmeyi başardığı türden [iii] bir “akıllılık” değildir bu, daha “kapsamlı”, daha “kuşatıcı”, daha “bütünleştirici”dir (total-isant).

Mark 1, Eniac ve ArpaNet’ten, soğuk savaş döneminin nükleer denetim ağlarına, oradan da Pentagon’un süper bilgisayarları ve uydu bağlantılarına, “yıldız savaşları” denemelerinden, mitlerle örtülü, asla “resmen onaylanmamış” küresel gözetim/denetim sistemi “Echelon Projesi”ne[iv], İktidar Matriksi her zaman iş başında olmuştur. 1985’de, Pentagon Bilgi-İşlem ve Teknik Daire Başkanı, “Yirmibirinci yüzyılda bu bilgi-işlem alanına hakim olan millet, dünya liderliğinin de anahtarını elinde tutuyor olacaktır” derken, oldukça açık konuşmuştur[v]. “Enformasyon üstünlüğü” konseptiyle doğrudan bağlantılı bir “dünya liderliği” hedefi, çoğu kişiye tanıdık gelecektir. Söz konusu olan, yalnızca dünyanın değil, onu bir paralel evren gibi kuşatan siberuzayın da liderliğidir. Çünkü bu dünyanın denetimi, siberuzayın denetiminden de geçmektedir artık. Bir başka mekanın, başka bir mimariyle yeniden-düzenlenmesi...

Bu enformasyon mimarisinin, öncelikle bir “ağ mimarisi” [Network Architecture] olduğu ve gerçekte de, kendileri kılcal ağlardan oluşan düğümleri (zonlar) birbirine bağlantılayarak “kurulan” bir ağ biçiminde büyüdüğü[vi] söylenebilir. Bu zonlar kombinasyonunun oluşturduğu ilk mega-düğüm, tam da bir kentin topografyasını, siber-haritasını verir. Kent, bu haritada, bir “metafor” olmaktan çok uzak, gerçek bir “ağ mimarisi” olarak belirir. Kodlanmış verinin yeni dolaşım mekanı...

Hangimiz, bir bilgisayar kartının üzerindeki devrelere, switch’lere, mikroçiplere vb. bakarken, kuşbakışı bir kenti düşünmedik? Kentte dolaşırken, kendimizi kesintisiz devrelerde akan sinyaller, ‘bit’ler gibi algılayacağımız çoğu kez aklımıza gelmediyse de, aramızdan birilerinin kente bakarken (hatta planlarken) veri ağlarının devre ve switch’lerden oluşan topolojisini gördüğü açık.

Kimilerinin “megapol”, kimilerinin de “megalopol” dedikleri yeni kentsel mekan, belirgin bir merkezin olmadığı, yayılgan bir amipsi oluşum nosyonuyla karakterize edilir. Kentsel algıya başka bir boyut katan “Çarpışma”nın yazarı J. G. Ballard, bir kısa öyküsünde[vii], uçsuzca uzayan,”yoğunlaşan” bir kenti anlatır. “Kentin bir merkezi ve başlangıcı yoktur; uzangaçlarıyla sonsuzluğun sınırlarına yayılan teknolojik bir organizmadır”[viii].

Siber kültürün kült filmi Blade Runner’ın Tyrell Corp’u gibi bir yapı, “enformasyon mimarileri” söz konusu olduğunda, sivil ve askeri sınırların nasıl eridiği konusunda gösterilebilecek en iyi metaforlardan biridir. “Kentsel mekan, elektronik veri dolaşım mekanları için bir metafor haline gelmiştir. Vivian Sobchack’ın dediği gibi: ‘Çok uluslu şirketler hayatlarımızı bir tür etersi, başka ya da öte uzaydan denetliyor gibi görünüyorlar. En açık seçik ifadesini, Blade Runner’ın Tyrell Corp’unun imkansızca kuleleşen güzelliğinde bulan bir mekandır bu – karmaşık cephesi bir mikroçipi andıran müthiş bir mega yapı.’ “[ix]

William Gibson’ın “Sprawl”u, bu distopik Babil Kulesi’nin merkezi olmayan bir kenti kaplayan uzangaçlarla gelişigüzel yayılmış halidir ve ufukta görünmektedir.

Askeri / kurumsal karar verme mekanizmaları içli dışlı olmuş, Mini-Maksi stratejileri şans ve riskin retoriğini kuran bir oyun teorisinin temel iletken çarkları haline gelmiştir. Soğuk savaşla birlikte işlemeye başlayan süreç, yalnızca Pentagon’u değil, son on yılda özel mülkiyete tabii, (veri) korumalı zon’lar halinde kentte cepler oluşturan ‘iş iyileştirme alanları’nı da yaratmıştır.[x]

Şirket hedefleriyle ulusal hedeflerin birbirine karıştığı birçok mega-şirketi besleyen Pentagon, hem veri, hem de finans ilişkisi içinde bulunduğu çokuluslu kurumsal ağlarda, bu ağ mimarisinde, irice de olsa bir düğüm.[xi]

Siberuzay, tıpkı bildik, fiziksel dünyamız gibi kendine “Matrix”de yer açan topluluklarla dolu. Bir ağ ne kadar yayılgan ve karmaşık olursa, o kadar “karanlık nokta”larla örülür. Artık ağı kuran örümcek bile, ağına sahip çıkan, onun içinde başka alternatif ağlar kuran bu karanlık noktalardan çekinir. Tıpkı kentlerde oluşan bir Merkezi İş Alanı’nın etrafında ayrıkotu gibi bitiveren, kendi ritüelleri, kendi haritası olan alternatif topluluk zon’larının hem ürkütücü, hem de çekici kuyuları gibi. Veri ne kadar korunursa, ne kadar özel mülkiyete geçirilmek istenirse istensin, Pentagon’un Matrix düşüne sızan, ona nörolojik olarak bağlanan siber kovboylar bulunur her zaman. Sibernetik devletin kapalı devresinin etrafında, içinde bir başka köksapsı ağ kuran, ona nüfuz ederek sürekli dönüşen ikinci bir uzay...

Binyıl dönerken, alternatif “enformasyon mimarileri”nden birinde şöyle bir şey duyarsanız şaşırmayın:

“ Veri alış verişi yoğunluğunu, her bin megabaytı geniş bir ekran üzerine tek bir piksel boyutunda yansıtarak tanımlayacak bir harita programlayın. Manhattan ve Atlanta bembeyaz parlar. Kısa sürede titreşmeye başlarlar, artık trafik yoğunluğu simülasyonunuzu aşırı yüklemek üzeredir. Haritanız her an patlayabilir. Ölçeğinizi yükselterek onu biraz soğutun. Bu sefer her piksel bir milyon megabaytı temsil etsin. Saniyede yüz milyon megabayt ölçeğinde. Manhattan merkezinde belli noktaları ve Atlanta’nın yaşlı çekirdeğini kuşatan yüz yıllık endüstriyel parkların ana hatlarını seçmeye başlarsınız.”[xii]

Ne de olsa gigabyte’ların rant değerleri emlak borsasında hızla yükseliyor. Kendinize Matrix’de şimdiden bir zon seçin.



[i] www.mynet.com.tr ; hatalı (“Worm”, güvenlik delikleri açarak ağlarda ilerleyen bir virus türüdür) ve şaşırtıcı (Pentagon da Norton Anti Virüs mü kullanıyor?) olan bu haber, gerçekliğin yalnızca bir bölümünü yansıtıyor.

[iii] Genellikle ilk “akıllı bina” olarak, yapımı 1983 tarihinde biten CityPlace gösterilir (Hartford, Connecticut).

[iv] NSA’nın (Ulusal Güvenlik Ajansı) geliştirdiği iddia edilen “The Echelon Project”için, internetteki belli başlı arama motorlarında “echelon” anahtar sözcüğüyle kısa bir arama yapıldığında da karşılaşılabilecek kaynakların yanı sıra, bkz. :

http://www-douzzer.ai.mit.edu:8080/cm/cm0.html; http://fire.net.nz/echelon.htm; http://mprofaca.cro.net/echelon01.html; http://www.fas.org/irp/program/process/echelon.htm; http://www.euronet.nl/~rembert/echelon/xex.html; http://www.fas.org/irp/eprint/sp/sp_c2.htm; http://www.ficom.net/speakout/_posts/000003a2.htm; http://www.networkusa.org/fingerprint/page1/fp-big-brother's-watching.html; ayrıca bkz.: http://bbs.thing.net, “echelon” ve “hacktivism” konulu e-posta mesajları…

[v] Aktaran: David Morley & Kevin Robins, Kimlik Mekanları (Küresel medya, elektronik ortamlar ve kültürel sınırlar), çev. E. Zeybekoğlu, Ayrıntı yay., 1997, sf. 291

[vi] Bu ‘yeni’ zaman/mekan matrisinde, mimari “yükselmez”, “büyür”, dikey/düşey boyutun silindiği bir mekan boyunca “yayılır” (-Sprawl).

[vii] J. G. Ballard, “The Concentration City”, The Best Short Stories of J. G. Ballard içinde, Holt, Rinehart & Winston, New York, 1978, sf. 1-20 (ilk basım: 1957)

[viii] Scott Bukatman, Terminal Identity (The virtual subject in postmodern science-fiction), Duke University Press, London, 1993, sf. 128

[ix] a.g.y., sf. 149

[x] M. Christine Boyer, CyberCities / Visual Perception in the Age of Electronic Communication, Princeton Architectural Press, 1996, sf. 24.

[xi] “Military-Industrial Complex Revisited / New Military Mega-Companies: Corporate Interests or National Interest”, In Focus / Foreign Policy, http://www.foreignpolicy-infocus.org/papers/micr/companies.html

[xii] William Gibson, Neuromancer, Çev. Melike Altıntaş, Sarmal Yayınevi, 1998, sf. 65

Özgür Uçkan, DOMUS M, S:2, Aralık-Ocak 2000

Arakhne Daidolos ile buluşuyor: AğKent

Tüm yaşamını bir örümcek olarak geçirmeye mahkum edilen nakış ustası, ağların göçebe ruhu Arakhne ile, ilk kent planlamacısı, labirentlerin efendisi Daidolos, bugün nerede buluşurlardı dersiniz: elbette Internet’le, uluslararası kurumsal ağlarla, uydular ve fiber-optik kablolarla tüm kentleri birbirine bağlayarak küreselleşen, siber kimlikler, topluluk ilişkileri ve yeni ekonomiyle içinde “yaşamaya” başladığımız sanal AğKentte ...


“Fakat, sibermekan da neydi? Nereden gelmişti? Sibermekan, dünyanın tüm bilgisayarlarından sahne sisi gibi sızıvermişti. Sibermekan, bir değişken gerçeklik seçeneğiydi, Dünya gezegenindeki bilgisayarların gece gündüz hep birlikte, bağlantılı olarak yürüttükleri bir işlemdi. Sibermekan, Enformasyon Ağı’ydı; ama sibermekan, Ağın da ötesinde, Ağ’ın fiziksel mekan olarak paylaşılan vizyonuydu.”

Rudy Rucker, The Hacker and the Ants, 1994


“Sibermekan” teriminin yaratıcısı William Gibson’la birlikte siberpunk akımının önemli temsilcilerinden biri olan Rudy Rucker’in sözünü ettiği vizyon, bugün giderek daha çok insan, topluluk, kurum ve kent planlamacısı tarafından paylaşılıyor. Aynı zamanda bir kent planlamacısı olan düşünür Paul Virilio’ya göre, “bir tür sanal kent doğuyor... Dünyanın gerçek merkezi, hipermerkezi olabilecek bir kentler kenti; artık bir ülkenin başkenti değil, New York’u, Singapur’u, Londra’yı, belli başlı borsaları ve kentleri birleştiren bir başkentler başkenti.“ Virilio, öteki ile ilişkinin ve dolayımsız enformasyonun yitimi olarak nitelediği bu “görselleştirme gelişimi” karşısında kötümserdir: “Bugüne dek bir süpermarket ya da bir alışveriş merkezi neydi? Kentin varolmadığı bir kent merkezi. Bu başlangıç aşamasında bir görselleştirme biçimidir. İkinci aşama evde çalışmaktır. Artık evinden çıkma, evde çalış, evde alışveriş yap, evde eğlen, vesaire vesaire... Ben bir kent planlamacısıyım ve bu beni derinden kaygılandırıyor.” (1) Duruma bakılırsa, bu kaygıyı paylaşmayanlar şimdilik çoğunlukta ve daha etkili görünüyorlar.

Kent mekanı / ağ mekanı

Konuyla yakından ilgili bir başkası, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (M.I.T.) Mimarlık ve Şehircilik Okulu dekanı William Mitchell, daha iyimser bir vizyona sahip: Ticaretten cinselliğe, çalışmadan eğlenceye fiziksel mekandaki işlevlerin giderek sanal mekandaki işlevlerle yer değiştirdiği bir dünyada, “yeniden biraraya getirme mimarisi” (recombinant architecture) ile inşa edilen, “elektronik agoralar”da sanal gerçeklik deneyimi aracılığıyla gerçek topluluklar yaratan, küresel bir “bitler kenti” (2)... Mitchell, bundan böyle artık mimarın harç ve tuğla yerine yazılımla inşa edeceğini, kent planlamacısının da sokaklar yerine enformasyon ağlarıyla düşüneceğini ileri sürer. Komşuların yerini siber toplulukların, yüzyüzeliğin yerini arayüzün, kamusal alanın yerini kamusal giriş hakkının ve gayrimenkulün yerini sibermekanın almakta olduğunu söyler.

Peki, yolları, bina blokları, meydanları, iş alanları, metrosu, banliyöleriyle içinde fiziksel olarak yaşadığımız gerçek kentlere ne olacak? Kent ve kent planlamasıyla ilgili teorilere bakılırsa, kent zaten ağ fikrine pek yabancı durmuyor. “Ur’dan bu yana, kentsel mekanlar çeşitli türlerde hareket kanallarıyla birbirine bağlıdırlar: kapılar ve geçitler binaların odalarını birbirine bağlar, sokak şebekeleri binaları birbirine bağlar, yol ve demiryolu ağları uzak kentler arasındaki iletişimi sağlar. Bu bildik fiziksel bağlantılar, insanların yaşadığı, çalıştığı ve eğlendiği yerlere giriş imkanı verir. (...) Herhangi bir ağ sunucusunun (www server) ana sayfası, tıpkı Alis Harikalar Diyarı’ndaki gibi, beni Ağ’ın (Web) uçsuz bucaksız enformasyon bit pazarına adım atmaya kışkırtır - artık sayısız milyonlarca birbirine bağlı sayfadan oluşan bir sibermekan bölgesidir bu. Şaşırtıcı olan, ekranımda görünen www sayfasının internet üzerinde herhangi bir yerde bulunan bir makinadan gelebilmesidir. Aslında, sayfadan sayfaya geçerken, dünyaya dağılmış bilgisayarlara bağlanmaktayım. Fakat bir bakıyorum ki, Londra Metrosu boyunca bir yolu istasyondan istasyona izleyebileceğim gibi, programcıların kurdukları hiperbağlantıları izleyerek anında bir sanal yerden diğerine sıçramaktayım. Bu bağlantıların diyagramını çıkarsaydım, sibermekanın bir tür metro haritasını elde ederdim.”(3)

“Izgara”, bir ağ, bir şebeke biçimi, rasyonel bir bağlantı tasarımı olarak, kent planlamasının en eski fikirlerinden biridir. Miletli Hippodamus, “ızgarayı kültürün ifadesi olarak gören ilk kent inşacısı” olarak tanınır(4). Enformasyon Ağı’nın sibermekanının en iyi kent planlamacıları tarafından algılanabileceğini savunanlar, Hippodamus ile, “gelecek akıllı bir biçimde birbirine bağlanan sistemlerindir” diyen mimar Jean Nouvelle arasında bir süreklilik görmekteler(5). Buna göre, ağ mekanında inşa edilen sanal kent, kent planlamasının doğal uzantısıdır.

Fiziksel kent ile sanal kent arasında bir kopuş mu, yoksa bir paralellik mi olduğu sorusu, ancak elektronik mekansallığın tanımıyla ilgili olarak aydınlatıcı olduğunda anlamlıdır (6). Yoksa, bilgisayar sistemleri ve enformasyon ağları fiziksel olarak çağdaş kentlerin hayatında zaten önemli bir yer tutmaktadır. İstanbul gibi farklı ağlarla dokunmuş, planlama yoksulu bir kentte yaşayanlar bunu pek hissedemeseler de, Batı metropollerinde arsa değeri ve nüfus yoğunluk değişimlerinin simülasyonu (CAD), trafik akışının uydu yoluyla izlenmesi (GPS), ulaşım, enerji, atık sistemlerinin ağ üzerinden denetimi, iş alanlarının, üniversite ya da üretim komplekslerinin enformasyon altyapısı gibi konular artık kent planlamasının bildik uğraşlarındandır (7).

Sibermekanın fiziksel mekandan farklılığı, öncelikle zaman ve uzam algısının “yer” nosyonundan kopuşuyla karakterize olur. Mekan, fiziksel bir “yer”e bağlı olmaktan çıkar. Bir “geçiş mekanı”, bir “ara-mekan”, bir “ağ mekanı” olarak sibermekanın gelişimine giden yol, aslında Ortaçağ’ın doğal olayları, yerleri, hatta insanları “resmeden” haritalarının yerini alan günümüzün soyut haritalarına uzanan sapaklardan da geçmiştir. “Mekanın yerden bu şekilde kopuşu, mekanlararası iletişimle de buluşunca, yer artık ‘düşselleşmiştir’ (phantasmagoric). Diğer bir deyişle, mekan kavramsallaştırmalarının somut bir yere olan bağlılığının zaten koptuğu bir dünyada, mekanlar artık kendilerinden çok uzakta olan etkilerle şekillenmeye başlamıştır. Mekanı yapılandıranlar görünürde olup bitenlerden öte uzaktaki ilişkilerdir de. Mekanın sıkışması olarak da isimlendirebileceğimiz bu olgu günümüzde faks, televizyon, bilgisayar gibi elektronik iletişim teknolojisinin hayata girmesiyle daha da ivme kazanmıştır.” (8) Artık ağ mekanı ile kent mekanı arasındaki benzeşlik, salt “metaforik” olmaktan çıkmıştır.

Ağ Ontolojisi: Monadoloji

Eğer elektronik mekanın temel özelliklerini “akışkanlık”, “esneklik” ve “maddesel olmayan” (immaterial) olarak belirlersek, De Arte Combinatoria’sı ve “elektrik dil”iyle filozof Leibniz’in ta 1666’da, Ağ’ın, yani “Matris’in düşünü kurduğunu” söyleyebiliriz. Elektrik dil, düşünce hızıyla işlenmek üzere tasarlanmış bir simgeler takımıdır ve çağdaş simgesel mantığın tarihsel kökeninde yer alır. Bu ideografik imler sistemi mantıksal çıkarımlarla çalışır ve yeni fikirlerin üretimini mekanize etmek üzere tasarlanmıştır. Leibniz’in evrensel im takımı (characteristica universalis), tıpkı bilgisayar sistemleri gibi, ikili mantık silsilesiyle çalışır (açık/kapalı, 0/1) ve yıllar sonra John von Neumann tarafından Princeton’da ilk bilgisayar yapılırken söz konusu ikili mantığın bir türü kullanılmıştır. Leibniz, simge ve anlam arasında herhangi bir kopuşun yaşanmadığı evrensel bir bilgi ağını düşlemiştir: “Evrensel calculus, tüm doğal dilleri tek bir paylaşılmış veribankasına götürerek tüm insani kültürü derleyecektir” (9). Tanıdık, öyle değil mi?

Ağ mekanının ontolojik konumuna en uygun düşen nosyonlardan biri de, Leibniz’in dünyasının temeli olan “monad” sistemidir. Monadlar fiziksel değildirler, bir tür “üstmekan”da (metaspace) varolurlar, ama etkinlikleri aracılığıyla fiziksel tözler üretirler ve üç temel nosyona sahiptirler: “madde akışkanlığı, gövde esnekliği ve yay mekanizması”(10)... Bir tanıdık fikir daha...

Monadların “pencereleri yoktur”, ama sibermekanın ontolojisini çıkarmaya çalışan Heims’a göre “terminalleri vardır”: “Monadoloji sibermekanın nasıl olup da geniş bir ağlaşmış, bilgisayarlaşmış varlıklar dünyasına tekabül ettiğini açıklayabilir”. Bu varlıklar yüzyüze gelmezler, bir arayüzde buluşurlar; temel bir işletim sistemi sayesinde tümü uyum içinde varolur; tıpkı “Tanrı” olarak bilinen Merkezi Sonsuz Monad’ın tüm sonlu monadları uyumlulaştırması gibi, Merkezi Sistem Operatörü de (sysop) terminalleriyle sisteme bağlanan varlıkları uyumlu kılar, ama ağı merkezileştirmez, o her yerde hazır ve nazır olan (ubiquitous) ağ mantığıdır. Kısacası, Monadoloji, Ağ Mimarisi’nin atasıdır (11). Deleuze, Leibniz’in “örümceksi” (arachnéen) monadolojisinde Daidolos labirentinin en küçük birimi olan “kıvrım”ı (pli) görmüştür. Post-kentsel ağ mekanı, monadolojik bir sistemdir.

Heterotopik Netropolis

“Metafor yoktur”, der Deleuze. İnsan zihni uçsuz bucaksız enformasyon yığınını doğal olarak bir “bilişsel harita” (cognitive map) içinde yerleştirme ihtiyacı duyacaktır. Kendisini de bu haritada dolaşan bir gezgin ya da yerleşik olarak konumlayacaktır. Burada ağ artık “metaforik” değildir. Ağ ile kent, metaforlar sisteminin sentaktik bir gerçeklik dokusu ürettiği, kendisi mekanın bir üst-metaforu (meta-metaphor) olarak görülen “siberkent”te örtüşür(12). İkonlarla haritalandırılan bir “NETROPOLİS”.

“Modernizmin makine-kentinden postmodernizmin enformasyon kentine” gerçek kentleri ve küresel ağ kavramını, fiziksel mekan ile sibermekanı tek bir “siberkent” nosyonu içinde ele alan Boyer’e göre, “Siberkent, merkezi olmayan dev bir megalopolis, hem uzangaçlarıyla her yere yayılan bir kent (Sprawl) hem de kentsel bir cangıl olarak adlandırılabilir. (...) Bu matris, gerçeklik mekanının üzerinde konumlanmış bir üstmekan ya da hipermekandır – gerçekliğin ekrandan bellek bankasına, video diske, imgesel ağlara taşındığı bir mekan.” (13) O bir “akışlar ve bağlantılar mekanı”dır. Bu kentte “norm” değil, “kod”dur önemli olan, kente giriş (login) parolayla (password) belirlenir. Bir etkinlikler ve gizli yan yollar labirenti, görünür hiç bir merkezin olmadığı bir kentsel mekan kurarak kıvrılır.

Siberkent mekanının biçimlendirilmesinde, ağdaki akışkanlık kadar, geçici kesintiler ya da boş, ara-mekanlar da işlev yüklenir: verinin sunuluşuyla alınışı arasında geçen sürenin (lag time) yarattığı mekanlar: uzam atlamalarıyla matrisin düğümlerinde oluşan kimsesiz mekanlar... “İmgesel matris, kimi yaşamları ve yerleri temel çağdaş kent oluşumlarının dışında ya da berisinde bırakan iradi bir yoksunlaştırmanın etkisinden çok, kararsız bir gelişmenin doğal olarak çift kutuplu yerleriymişler gibi, uzamsal ve zamansal kopuşlar gerçekleştirir.” (14) Bu, Virilio’nun, alışılmış zaman-mekan algısını kıran “teletopik teknolojilerin hiçbiryeri”nde “kentin gözden kayboluşu” olarak adlandırdığı durumu yaratır. Coğrafi mekan, immateryal elektronik yayının yer duyumunu dağıttığı ve sildiği kronolojik topografilerle yer değiştirir. Teletopolojiyle, insanın doğal topografik belleği yitime uğrar. Bilgisayar matrisinin ikili mantığı (0/1) bunu kolaylaştıran bir süreç yaratır. Kent bir “orada”dır, bir “orada-değil”dir, bir görünür bir kaybolur (açık/kapalı). Internet üzerinde görmeye alıştığımız dijital haritalardaki açık/kapalı seçeneğine benzer bir durum yaşanmaktadır sanki: kentin kara delikleri gözden kaybolur, izlediğimiz tek şey enformasyonun süregiden dolaşım ağıdır (15).

Küresel ekonominin “ağ” etkisiyle, tüketim toplumunun bireylere saldığı atalet halinin kamusal alanı yıkıma uğratmasıyla, kentlerde giderek birbirinden keskin sınırlarla ayrılan şiddet ve suç gettoları ve “güvenli bölgeler”le, zihnin ve kentin, gerçekliğin ve sanallığın labirentleri birbirine karışır: “... mekan immateryal halini alır; biz medya-değişken alanlarımızdaki özel hayatlarımıza çekildikçe, dolayımsız kent deneyimi ortadan kaybolur. Artık kenti bir bütünsellik olarak okuyamayız: o heterojen, parçalı, organsız, merkezsizdir.”(16)

Genellikle, Pierce ve Apel’in “kısıtlanmamış saydam iletişim topluluğunun mantıksal sosyalizmi” rüyasının, yani “iletişim ütopyasının” gerçekleşmesi olarak sunulan AğKent, bir “netopya” olmaktan çok, kentlerde giderek artan kutuplaşma ve atalet halinin açığa çıktığı bir “heterotopya” olarak belirir. Netopya’nın bu yeni sürümü, “saydam” olmakla birlikte, bir tür “distopya”dır.

Foucault’nun “baskıcı bakışın mekanı” olarak nitelediği Panoptikon’uyla birlikte anılan “heterotopya”, birbirleriyle uyumlu olmayan alanların üst üste bir araya gelebildiği, zaman dilimleriyle birbirine bağlı süperpose anlamların hipermetinsel (hypertextual) mekanıdır. Virilio’nun “aşırı ifşa edilmiş kent”idir bu (overexposed city). Bu “sürekli akışkanlık mekanı”, tele-gözetleme sistemleri ve enformasyon yoksulu yalıtılmış bölgelerdeki kara deliklerle, giderek daha çok çağdaş kentlerin ikili yapısını çağrıştırmaktadır: güvenli “kıyı kentler” (edge cities) ve görünmez “bölgeler”iyle (zones) kent, uzangaçlarıyla yayılan, devasa, merkezsiz bir “ağ”a dönüşür.

Yani, her şey tersine dönmektedir: “topluluğun olmadığı çağdaş kent ve kentsel mekan, artık bedensizleşmiş, bilgisayarlaşmış sibermekanın bir metaforu haline gelmektedir. (...) Fiziksel ve kamusal mekandaki yüz yüze iletişimden, Netropolis’deki kişilerarası iletişim sistemlerine doğru ilerledikçe, kent ve kamusal küresi, daha da sanal hale gelmektedir.” (17).

Boyer’e göre, gerçek New York ve Los Angeles, bunun iyi örnekleridir. Harlem ve Chinatown ile New York ve Los Angeles, giderek Ballard’ın ucu bucağı olmayan fraktal coğrafyası Concentration City’ye, Ridley Scott’un kült filmi Blade Runner’ın “jenerik distopya”sı Los Angeles’a, ya da William Gibson’un Sprawl’ına ve ChibaCity’sine benzemektedir. Bu örnekler, yıllardır “heterotopik distopya”lar olarak kentlerin sosyo-ekonomik dönüşümü ile ilgili teorilere dayanak olmaktadır. Artık şehircilerin bilim kurguya ihtiyaçları kalmamış görünmektedir: “Kentsel alan, sonsuz mekanlarla, çoğul yüzeylerle kurulur; zaman bir eylemsizlik alanına sürgün edilir ve, sonunda, kent, evren olarak atalet, kapalı bir geribeslemeli döngü içinde kendi üzerine kapanır; sitüasyonistlerin diliyle, kent-devlet, sibernetik devlete dönüşmüştür.”(18)

Sibermekanın Ekonomi-Politiği: Ağ Olarak Kent

Siberkültür ve siber ekonomi-politika üzerine yazan sosyolog John P. Barlow, Gibson’ın “sibermekan” nosyonunu alıp, “toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik bir sanal insan etkileşimi mekanı, yani gerçek bir sibermekan” olarak yorumlar. Barlow’a göre bu, Gibson ve diğerlerinin betimlediği, ama enformasyon ağları, özellikle de BBS’ler (Bulletin Board Systems) ve internet üzerinde “zaten varolan” bir mekandır. Bu yüzden, bu “gerçek” mekan, “Barlowcu sibermekan” olarak terminolojiye geçmiştir(19).

Bilimkurgunun dünyası çoğunlukla gerçekliğe uzanan köklerle beslenir ve bir bakıma Barlow haklıdır. Çünkü Ağ gerçek bir mekana sahiptir: yeni küresel ekonominin dolaşım mekanı, çokuluslu kurumsal odaklar ve iktidarların güç alanı, siber toplulukların etkileşim mekanı ve gerçek kablolar, uydu sistemleri, enerji çözümleriyle enformasyon-temelli üretimin altyapısı... İşin bu tarafı da hayli yoğun tartışmalara ve kutuplaşmalara sahne olmaktadır. Ama “ulusötesi ağ sistemleri” artık onsuz edilemez bir gerçeklik olarak kendini dayatmıştır ve hızla totalize olmaktadır: “Bir danışman, dünya çapındaki fiber-optik kablo pazarının 1997-2000 arasında hemen hemen iki katına çıkarak, mevcut 35 milyon ‘fiber-kablo kilometre”nin, yaklaşık 66 milyona çıkacağını tahmin etmektedir.” (20)

Her ne kadar, dünya borsalarında son zamanların heyecanını duraksatan bir “dot com krizi” yaşanmışsa da, şu sıralar patlayan “petrol krizi”nin küresel ekonomideki dengeleri nasıl etkileyeceği bilinmese de, “ağ ekonomisi”nin (neteconomy, e-commerce, e-business, e-trade vb.) “yalnızca bir başlangıç” olduğu ve doğrudan tüketiciye yönelik yapılan ticaret (B2C – Business to Consumer) bir yana, kurumlararası ağ ekonomisinin (B2B- Business to Business) hızlı ve emin adımlarla geliştiği söylenebilir. (21)

Wall Street Journal’ın “sibermekanın ilk büyük düşünürü” olarak lanse ettiği Manuel Castells’in 1996-1998 yılları arasında yayınlanan üç ciltlik kitabı, konuyu özellikle sosyo-ekonomik açıdan irdeleyen, yoğun ve çok-katmanlı bir yapı sergilemekte: “Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür” (22). Tarihsel referansları, teknik altyapı analizleri, demokrasi krizi ve Boyer’in de sözünü ettiği toplumsal kutuplaşma konusundaki uyarılarına rağmen, Castells’in çalışması “21. Yüzyılın klasiği” gibi abartılı övgüler kadar, “teknolojik determinizm” yollu eleştirilere de hedef oldu(23).

Castells’in bu kapsamlı çalışması, küreselleşme ve kimlik çelişkilerinin yarattığı gerilim içinde, enformasyon teknolojilerinin etkisiyle biçimlenen, bir yanda demokrasiyi sekteye uğratıp tüm dünyayı enformasyon zengini/yoksulu olarak kutuplaştıran, öte yanda Chiapas’lı Zapatista’ların internet mücadelesi gibi radikal toplumsal oluşumlara imkan tanıyan “ağ toplumu”nun tarihsel ve küresel gelişimini ele alıyor ve geleceğe yönelik öngörülerde bulunuyor.

Castells’in daha eski, ama ele aldığımız boyutla daha yakından ilgili kitabı, “Enformasyonel Kent: Enformasyon teknolojisi, ekonomik yeniden-yapılanma ve kentsel-bölgesel süreç” (1989), aslında tüm bu analizin kökeninde duruyor (24). Burada uzun uzun kapsamlı kitabın analizine giremesek de, Castells’in tarımsal, endüstriyel ve enformasyonel gelişim tarzlarını karşılaştırarak, günümüzün enformasyon-temelli teknolojisinin süreç-yönelimli üretiminin, üretim, tüketim ve yönetimde artan bir organizasyon esnekliği taşıdığı saptamasında bulunduğunu söyleyelim. Castells, bu enformasyon-temelli üretimin asıl mekanını ağ sistemlerinde görüyor ve bu gelişmeden hareketle, kentsel mekanın kaçınılmaz olarak ağ mekanına dönüşmekte olduğunu ileri sürüyor:

Castells’e göre kentlerimizi artık kent planlamacıları değil, “...ağlardan ve akışlardan oluşmuş bir etkinlikler hiyerarşisi boyunca gelişen... yeri olmayan bir mantık...”, yani ağ mantığı kuruyor.(25) Özellikle hizmet sektörünün küresel gelişimiyle, hem ağ ekonomileri, hem de ağlarla birbirine bağlanan, bir yanda askeri kompleksler – eğitimsel araştırma merkezleri – yüksek teknoloji üretim parkları, öte yanda uluslararası finans ağları ve sermaye hareketleri, AğKent’e uzanan yolları çiziyor (New York’un dışarıya ihraç ettiği en önemli ürünün ‘hukuk bilgisi’ olduğunu biliyor muydunuz?) Ama yeni ekonominin gelişim mantığı, Castells’e göre, aynı zamanda kutuplaşmayı körükleyerek “ikili şehirler” (dual cities) yaratıyor. Bunun en iyi örneği ise yine New York. Toplumsal gruplar bölünüyor, farklı kültürler yalıtılıyor ve kutuplar arası “etkileşim” dinamik bir kaosa doğru evriliyor. Bu bölümlemenin küresel ölçekteki gelişimi ise, öngörülemez toplumsal krizlere gebe.

Ülkemiz de burada aktardığımız gelişimlerin dışında değil elbette: Turkcell hisselerinin New York Borsası’nda arzı, NASDAQ’ın İMKB ile flörte başlaması, altyapısal sorunlara rağmen mobil-ticarette Avrupa ülkelerinin yaratmaya başladığı farklılığa entegre olma çabalarımız ve tüm bunların üstüne televizyon reklamları ve “chat”lerle Ağ’ın popüler kültürde edindiği “türklere özgü sibermitoloji” (aynı zamanda topluluk ilişkileri ve kamusallık açısından internet kullanımını konusunda bizi avantajlı kılabilecek bir özellik).. Henüz AğKent’in küresel etkilerine maruz kalmasak da, internet hepimize “bizim memleket” gibi görünüyor. Toplumsal kutuplaşma risklerinin, bizimki gibi bolca “ithal teknoloji” tüketen ülkelerde daha büyük olduğunu gözardı etmemek gerek.

AğKent’te Agora’lara “yer” var mı?

Her ne kadar Castells konuyu enine boyuna incelemişse de, teknolojik ve ekonomik determinizm sorunundan tümüyle kurtulmuş görünmüyor. “İletişim ve Politika Laboratuvarı” (CNRS-Paris) yöneticisi Dominique Wolton’un da dediği gibi, “... içkin ya da açık seçik bir topluluk teorisi olmaksızın bir iletişim teorisi de olamaz, kültürel ve sosyal karakteristiklere bağlamaksızın teknik bir iletişim sistemini düşünmek imkansızdır” (26). Söz konusu “ağ etkisi”, kimilerine göre; (oldukça Hegelci bir bakış açısından) “ağ üzerindeki Akıl Çağı”nın başlangıcıdır (27) ; kimilerine göre ise “yeni elit kesimin toprağa bağlı olmayan (kadiri mutlaklık, fiziksellikten arınmışlık ve gerçeklik oluşturma gücü ile dünya ötesi oluşun garip, bir o kadar da korkunç) güç deneyimidir” (28).

Bu iki (ve paradoksal bir biçimde doğruluk payı taşıyan) konumun ortasında yer alan bir üçüncü konumdan söz ederek bitirelim: toplumun (ve kentin) bir ağ olarak temsil edilmesi bir yana, toplumun parçaları zaten ağ biçimde yapılaşmamış mıdır? “Suç şebekesi”, “gizli örgüt”, “çete”, “aile”, “Devlet”,”sivil toplum” vb; bunların tümü bir biçimde, ağ mantığını içselleştirmiyorlar mı?

Michael Ostwald, “Sanal kent gelecekleri” adlı aydınlatıcı makalesinde(29), AğKent’i öncelikle, kökensel topluluk bağı üzerinde temellendiriyor. Teknoloji kullanımı, ağ imkanını cisimleştirse de, bunu dinamize eden, gerçek insanların arzuları, istekleri, ihtiyaçları vb. oluyor. Gerçekten de, ekonominin baskın bir gelişim itilimi sunmasına rağmen, “iletişim”in olduğu yerde “topluluğun” da olduğu ve iletişim kısıtlandığında topluluğun kendini savunduğu gerçeği ortada.

Ostwald, bu “simüle edilmiş yeni gerçeklik”in zamansalığını, bir ROM çipindeki belleğin enerji kesildiğinde silinmesi ve yeni bir vizyonla yüklenmeyi beklemesine benzetiyor. Burada vurgu, algısal zaman-mekanın belirleyiciliğine yapılmakta. Ne sibermekan, ne de orada birbirine bağlanan topluluklardan soyutlanamayacak olan siberkent, algı boyutu hesaba katılmadan düşünülemez. Ostwald bir süre Virilio’nun kulaklarını çınlattıktan sonra (televizyon ekranı, bir ‘pencere’ olarak çağdaş mimarinin tamamlayıcı unsuru haline gelmiştir), algılanan mekanı ve orada kurulan topluluk ilişkilerini irdeliyor.

Alışveriş merkezinin, Bourbon Street’den denizaltılara ve gerçek penguenlere uzanan imkansızlar birlikteliğini, kurgusal, ama gerçek mekana yayılan “sanal” uzamını (West Edmonton Mall – Kanada) bir model olarak irdeledikten sonra, sibermekanda oluşturulan ilk ciddi topluluk deneyimlerinden olan, LucasArt’ın Habitat’ını örnekliyor. Aynı anda 20.000 kişinin bağlanabildiği, tıpkı gerçek bir kentte olduğu gibi, Commodore 64’ün iki boyutlu grafiklerinden oluşan bir arayüzde, kullanıcıların sokaklarında dolaşıp (çizgi karakterler olarak– Avatar) aralarında çizgi roman baloncuklarıyla iletişim kurabildikleri Habitat, bugün VRML (Virtual Reality Modelling Language), Open GL vb. tekniklerle kurulan üç boyutlu dünyalarda yaşayan, iş edinen, sevişen, etkileşen milyonlarca insanın “bağlandığı” online sanal topluluklara da yol açmış bir deneyim.

İki bilgisayar birbirine bağlandığı anda başlayan ve çok farklı kanallardan devam eden bu sanal topluluk ilişkileri, enformasyon toplumunun içinde, alternatif AğKentler kurararak büyüyor: BBS’ler (Bulletin Board Systems), MOO’lar (Multi-user Object Oriented Platform), MUD’lar (Multi-user Dungeons/Dimensions), WELL (Whole Earth 'Lectronic Link), online oyunlar (“Ultima Online” gibi insanların içinde sanal kimliklerle tekil karakterler olarak yaşayabilecekleri siberdünyalar), sayısız konuda yazışan usenet haber grupları, Bosnalı, Kosovalı savaş kurbanlarının, Sırp muhaliflerin ya da Zapatistaların anlık bilgi akışını sağladıkları ve örgütlendikleri internet grupları, vb (30).

Ostwald, bu toplulukların çoğunun kökensel Agora işlevini yüklenme potansiyeli taşımalarına rağmen, niçin genellikle gölge bir arayüzün ardında ticaretin gereklerine teslim olduklarını sorguladıktan sonra, interneti bir imkanlar ağı olarak konumlayıp sorunu, olması gerektiği gibi, “açık” bırakıyor: “Agora’nın en yeni enkarnasyonu ne alışveriş merkezidir ne de kapalı elektronik ortam, ama bu Internet’ın ta kendisi olabilir. Agora zorunlu olarak bir yer duyumu yaratmaz, daha çok, bir geçiş, çeviri ve kişisel özgürlük duyumu sağlar. Eğer Internet etkileşim, boş zaman ve ticareti doğru bir biçimde dengeleyebilirse, gerçek bir topluluk mekanına doğru evrilebilir. Kartezyen dünyanın alışveriş merkezlerini, tema parklarını ve ofis binalarını yansılamayı sürdürürse, asla Homeros’un Iliada’da betimlediği efsanevi ‘toplanma mekanı’ haline gelemez.”(31)

NOTLAR -

(1) Paul Virilio – Friedrich Kittler, “La Bombe Informatique”, ICONS / localiser 1.3, Die Gestalten Verlag, 1998, sf. 171 (Arte Tv kanalı için yapılmış söyleşi)

(2) Bkz. William J. Mitchell, City of Bits – Space, Place and the Infobahn, MIT Press, 1995 (online yayın: http://mitpress.mit.edu/e-books/City_of_Bits); Ayrıca bkz: Mitchell’ın kitabının Domus M,’in bu sayısında yer alan “Elektronik Agoralar” adlı bölümü; Erhan Muratoğlu, “Kentsel bir uzam: SiberUzay”, Domus m, s: 2, Aralık-Ocak 1999-2000, sf. 83-85 ; Özgür Uçkan, “Tıkla satın al!”, Domus m, s: 1, Ekim-Kasım 1999, sf. 110-114

(3) Mitchell, a.g.y., http://mitpress.mit.edu/ebooks/City_of_Bits/Soft_Cities/StreetNetworksWorldWideWeb.html

(4) Bkz. Richard Sennett, Gözün Vicdanı / Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam, Türkçesi: S. Sertabiboğlu-C. Kurultay, Ayrıntı, 1999, sf. 65-82

(5) Bkz. Özgür Uçkan, “21. Yüzyılın ilk ‘dünya gösterisi’: Expo 2000”, Domus m, s: 6, Ağustos-Eylül 2000, sf. 96

(6) Bu konuda daha ayrıntılı bir analiz için bkz.: Domus m,’in bu sayısında yer alan, Susan Tanney’in “Elektronik uzamda mekanın apaçıklığı” adlı yazısı. Tanney, “fiziksel işlem”, “sosyal yapı” ve “anlam merkezi” olarak üç farklı mekan kavramı üzerinde durarak, fizik mekan ile elektronik mekan arasındaki ilişkileri kategorize edilmiş bir biçimde açıklıyor.

(7) Bkz. Michael Batty, “The Computable City” (4. Uluslararası Kent Planlaması ve Kent Yönetiminde Bilgisayar Kullanımı Konferansı’na sunulan bildirge –11-14 Temmuz 1995, Melbourne, Avustralya) http://www.geog.buffalo.edu/Geo666/batty/melbourne.html ; Stephen Graham ve Simon Marvin, Telecommunications and the City : Electronic Spaces, Urban Places, Routledge, 1996; Thomas A. Horan – Benjamin Chinitz – Darrene Hackler, “Stalking the invisible revolution: The impact of information technology on human settlement patterns”, (Lincoln Arazi Siyaseti Enstitüsü – 1996) http://www.cgu.edu/inst/cguri/stalking.html ; Ayrıca, “online planlama”, “hücresel otomatik veri analizi”(Cellular Automated Data analysis –CAD) gibi teknik konular ve projeler için bkz.: CASA (Gelişmiş Mekansal Analizler Enstitüsü – University College London) internet sitesi: http://www.casa.ucl.ac.uk/

(8) Esra Akcan, “İletişim ve tüketim toplumunda mekansal farklılığa ait çelişkiler” , Toplum ve Bilim, s: 64-65, Güz-Kış 1994, sf. 43-44; Ayrıca bkz. A. Giddens, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdili, Ayrıntı, 1994,sf 24

(9) Michael Heim, “The Erotic Ontology of Cyberspace”, (yazarın, The Metaphysics of Virtual Reality adlı kitabından bir bölüm – Oxford, 1993, sf. 82-108), online yayın: http://www.rochester.edu/College/FS/Publications/HeimErotic_fn.html

(10) Gilles Deleuze, Le Pli: Leibniz et le Baroque, Minuit, 1988, sf. 7

(11) Michael Heim, a.g.y.

(12) “Mekansız mekansallık” ([Dis]spatiality), enformasyonun mekana bağlı doğası ve insanın enformasyona sızdırdığı boyutlarla ilgili bir durumdur. Sartre’ın paradoksal “hiçbirşey olmak” fikrinde olduğu gibi. “Meta” (üst) öneki, hiçbir şey olmayı varsayar. Bu metaforu “kıran” bir boyuttur. Siberpunk bilimkurgu yazarı Neil Stephenson’un “Snow Crash” adlı romanı, insanların “mekansız mekansallık” boyutu aracılığıyla yer değiştirebildikleri, sanal/gerçek ayrımının eridiği bir siberkent örneği sunar: Metaverse . Ama, sırf kentlilerin kafası karışmasın diye, bu yer değiştirme önceden belirlenmiş yerlerde yapılır, yoksa, Stephenson’un deyimiyle, “metafor kırılacaktır”. Metaverse’de “metafor”, salt bir metafor olmaktan çıkmış, bir bağlantı, geçiş imkanı, hatta “ulaşım aygıtı” haline gelmiştir. Tıpkı, “ağ metaforu”nun bugün kent planlamasında bir analiz yöntemi olarak kullanılması gibi. Bkz: Neil Stevenson, Snow Crash, Bantam, 2000 (1992).

(13) M. Christine Boyer, CyberCities / Visual Perception in the Age of Electronic Communication, Princeton Architectural Press, 1996, sf. 14-15

(14) Boyer, a.g.y., sf. 21

(15) Bkz. P. Virilio, "The Overexposed City”, ZONE, s: 1-2, 1984 sf.15-31; Ayrıca, “temsiliyetin sıfır derecesi”nde “topografik belleğin yitimi” konusunda bkz. Virilio, “Une amnésie topographique”, La Machine de Vision, Galilée, 1988, sf. 13-46; dijital haritalar ve kent ilişkisi için bkz. Dani Cavallaro, Cyberpunk and Cyberculture, Athlone, 2000, sf. 140-145.

(16) Boyer, a.g.y., sf. 119

(17) Boyer, a.g.y., sf. 220

(18) Scott Bukatman, Terminal Identity / The virtual subject in postmodern science-fiction, Duke University Press, London, 1993, sf. 128; ayrıca, bu önemli kitabın yanı sıra, siberpunk akımında kentin heterotopik ve distopik karakteri için bkz. Dani Cavallaro, “Cyberpunk and the city”, a.g.y, sf. 133-163; Mike Davis, “Beyond Blade Runner: Urban Control / The Ecology of Fear”, http://cs.oberlin.edu/students/pjacques/etext/davmurbancont/index.html ; iktidarın panoptik ağ mimarisi için bkz. Ö. Uçkan, “Enformasyon Mimarileri”,Domus m, s: 2 Aralık-Ocak 1999-2000, sf. 68-72

(19) Bkz. Tim Jordan, Cyberpower: The culture and the politics of cyberspace and the internet, Routledge, 1999, sf. 55-58

(20) Dan Schiller, Digital Capitalism: Networking the global market system, MIT Press, 2000, sf. 60

(21) Solveig Godeluck, Le Boom de la Netéconomie: Comment Internet bouleverse les règles du jeu économique, La Découverte, 2000, sf. 318 (özellikle ABD’nin Avrupa pazarlarına girişi – Küresel netekonomi ve “Barbarların istilası” hakkında bkz. sf. 225-229); Ayrıca, ağ ekonomisinin detaylı ve teknik altyapıyla ilgili bir açılımı için bkz. Nicolas Curien, Économie des Réseaux, La Découverte, 2000

(22) Manuel Castells, The Information Age - Economy, Society and Culture, Blackwell. Vol.I: The Rise of the Network Society (1996); Vol.II: The Power of Identity (1997); Vol.III: End of Millennium (1998)

(23) Bkz: Alain Touraine – David Lyon – Craig Calhoun , “Forum: The Information Age”, Prometheus, s: 03, sf. 27-69

(24) M. Castells, The Informational City: Information Technology, Economic Restructuring, and the Urban-Regional Process, Blackwell, 1989 (Bu arada, Castells’den önce, 1980’de, sosyolog Hanners’in kent ile “enformasyon ağları” kavramını, toplumsal rol ve etkileşim analizleriyle ilgili olarak bağlantılamış olduğunu belirtelim: U. Hanners, Exploring the city: Inquiries toward an urban anthropology, Columbia University Press, 1980)

(25) Castells, a.g.y., sf. 71

(26) Dominique Wolton, Internet, et Après?, Flammarion, 2000, sf. 18

(27) Don Tapscott, Dijital Ekonomi: Ağ üzerindeki akıl çağında umut ve tehlike, çev. Ece Koç, Ed. Ahmet Buğdaycı, KoçSistem, 1998, sf. xv (söz konusu tehlike, “dijital ekonomi”nin içerdiği değil, ondan dışlanmanın getireceği bir tehlikedir)

(28) Zygmunt Baumann, Küreselleşme: Toplumsal sonuçları, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, 1999, sf. 27

(29) Michael Ostwald, “Virtual Urban Futures”, The Cybercultures Reader, der. David Bell – Barbara M. Kennedy, Routledge, 2000, sf. 658-675

(30) Sanal topluluklar hakkındaki en kapsamlı çalışmalardan biri, Howard B. Rheigold’un “Virtual Communities” adlı kitabıdır (Virtual Communities: Homesteading on the Electronic Frontier, Addison-Wesley, 1993 / online yayın: http://www.rheingold.com/vc/book/) ; ayrıca (Cybercultures [a,g,y,] içindeki bir çok ilgili makalenin yanı sıra) bkz: Heather Bromberg, “Are MUDs Communities? Identity, belonging and Consciousness in virtual worlds”, Cultures of Internet: Virtual Spaces, real histories, living bodies, der. Rob Shields, Sage, 1996, sf. 142-152; Steven G. Jones (der.), Cybersociety: Computer-mediated communication and community, Sage, 1995; F. Randall Farmer - Chip Morningstar - Douglas Crockford, “Electric Communities”,

http://www.usyd.edu.au/su/social/papers/farmer1.html; “Les environnements virtuels collaboratifs en réseau qui utilisent le langage VRML (Virtual Reality Modeling Language)” http://tecfa.unige.ch/staf/staf9597/pilard/staf23/ev.html; Volker Grassmuck, “Into the muddy waters of Touring Galaxy”, http://www.race.u-tokyo.ac.jp/RACE/TGM/Texts/tg_e.htm; ve bir kaç ilginç örnek: Active Worlds 3.0 -http://www.activeworlds.com/ ; blaxxun - Home World-http://www.blaxxun.com; ChibaMOO - William Gibson'un Neuromancer’ını tema olarak alıyor / The Weyrmount - Ultima Dragons Internet Chapter / Snow Neil Stephenson'un Snow Crash’I üzerine kurulmuş / Rupert Douglas Adam'ın Hitchhikers Guide’ı temalı: http://sensemedia.net

(31) Ostwald, a.g.y., sf. 672

-----------------------------------------------------------------------
Özgür Uçkan, DOMUS M, S:7, Ekim-Kasım 2000, sf. 68-73

1- Hacker'lar: Viral Kültürün "Semantik Gerillalar"ı mı, Enformasyon Toplumunun Veri Hırsızları mı?

"Bu artık bizim dünyamız...elektronun ve devre anahtarlarının dünyası... saniyede akıp giden veri birimlerinin güzelliği. Çıkar peşinde koşuşan açgözlülerin elinde olmasaydı son derece ucuz olabilecek, zaten mevcut olan bir hizmeti para ödemeden kullanıyoruz. Keşfe çıkıyoruz... ve sen bize suçlu diyorsun. Bilgiyi arıyoruz... ve sen bize suçlu diyorsun. Bizim ten rengimiz, milliyetimiz, dinsel bağlantılarımız yok... ve sen bize suçlu diyorsun. Sen atom bombaları yapıyor, para için savaşlar çıkarıyor, öldürüyor, hile yapıyor ve bizi bütün bunları kendi iyiliğimiz için yaptığına inandırmaya çalışarak yalan söylüyorsun... hala biz suçluyuz. Evet ben suçluyum. Suçum merak."
The Mentor (1)

Yukarıdaki sözler, "Bilgisayar Yeraltı Dünyası"nın efsanevi ismi Mentor'a ait. FBI tarafından tutuklandıktan kısa bir süre sonra bu sözcükler, BBS'lerde (2) dolaşmaya başlamıştı bile. Hacker'lar, iki bilgisayarın, (kimilerine göre, iki telefonun) birbirine bağlandığı anda başlayan tarihlerinde, bir çok biçimde adlandırıldılar, çevreleri kimi zaman çekici, kimi zaman ürkütücü bir efsaneler halesiyle kuşatıldı. Şu anda bir çoğunuzun kullandığı işletim sistemlerinin temellerini atan kişilerin de aralarından yetiştiği bu "meraklı çocuklar", yaklaşık on-on bir yıldır "suçlu" diye anılıyorlar. (3)
"Hacking"in sözcük anlamı, "kesmek", "yarıp açmak", "kırmak"... "Crack", yani bire bir "kırmak", hacking eylemlerinden yalnızca birini tanımlamak için kullanılıyor. "Yarıp açmak", "içine bakmak" sözcüklerini kullanmak, semantik olarak da, politik olarak da daha yerinde olur. "Kırmak" söz konusu olduğunda, bu, yıkıp dağıtmaktan çok, buzu kırıp ardındakine ulaşmak anlamında kullanılır. Buzu kırmak, aynı zamanda ardında yatana bir hayat imkânı sunmak, ona can vermek de değil midir? Onu etkiye, etkileşime, yani dönüşüme açmak...
"Hack"in bir anlamı da "sızmak"tır. Hacker bir sistemden içeriye süzülerken, bu eylemi da bir etki altında gerçekleştirir. Viral bir etki. "Merak Virüsü"nün yayılma yollarından (yalnızca) biri de, "hacking"dir.

………… 2

NOTLAR:
[1] "The Conscience of a Hacker," by The Mentor, Phrack Inc., Volume One, Issue 7, Phile # 3, 08/1986 [bkz. http://www.eff.org ya da http://www.flashback.se/archive/ ] [Ayrıca bkz. Bruce Sterling, The Hacker Crackdown, Bantam, New York, 1992 (paperback 1993), sf. 120-135]
[2] BBS: Bulletin Board System. 80'lerin bilgisayar şebekelerinde çalışan, dönemin görece az sayıda "bağlı" profesyonellerinin ve "iletişim amatörleri"nin kullandığı metin bazlı bir haberleşme sistemi
[3] Hacker'ların tarihi için bkz. Özgür Uçkan, "free information / free knowledge" (Tahsin Ergüç'le söyleşi), Est & Non içinde, sayı 1, Kasım- Aralık 1999, sf. 43-57 ; Bruce Sterling, a.g.y.; P. Mungo, Sıfıra Doğru / Veri Suçları ve Bilgisayar Yeraltı Dünyası, çev. Emel Kurma, İletişim, İstanbul, 1999

-------------------

Toplam 6 bölüm... Oldukça eski bir yazı, ama bazı teknoloji referansları ve kırık kaynak linkleri dışında ayakta durmaya devam ediyor. Bu arada
Est&Non ilginç dergiydi...


Est&Non, Sayı:6, Ekim-Kasım 2000
Nihayeticimdesin.com : http://www.geocities.com/guncelsanat/ou.htm