30 Aralık 2008

Makinedeki Hayalet: Ağ ve Sanat




























Hava değiştirelim. Biraz da "sanat olsun. Yeni sayılabilecek bir yazı:
rh+ Sanart, Eylül 2008, S: 54, sf. 20-25



Sanat ve dil arasındaki karmaşık ve katmanlı ilişki sanat hakkındaki teorik literatürün ayrıcalıklı bir bölümünü oluşturur (1). Bu doğaldır, çünkü sanat "medyum"suz yapamaz ve sanatın medyumla ilişkisi dil(ler) ile olan ilişkisine bağlıdır. Sanat, ister nesne üretsin ister üretmesin, kendisi sayesinde vücut bulduğu, içine nüfuz ettiği veya sızdığı ya da yaratılmasına katıldığı medyumla ilişkisini dil içinde kurar. Bu dil(ler) semantik, plastik, görsel, işitsel, eylemsel (kinetik) veya teknolojik olabilir ya da tümü / bir kısmı etkileşim içinde bulunabilir…
Sanatın yaptığı da genellikle budur: dilleri etkileşim içine sokmak ve yüzleştiği bu kaosu anlamaya/anlamlandırmaya uğraşırken yeni diller kurmak, yeni düzenlemeler (agencement) türetmek, yeni kaçış çizgileri bularak bu düzenlemelerden özgürleşmek…
Sanatın dil ile olan ilişkisi, kullandığı medyum kadar yaratım süreciyle olan ilişkisini de belirler. 20. Yüzyılın avangart akımları, farklı dillerin iç içe var olduğu ve yaratım sürecine izleyiciyi de katan işleriyle, sürecin bitmiş işten (nesneden) daha önemli olduğu vizyonunu miras bıraktı. Sanatsal dil yaratım sürecini bakışa açar. Nesne ise bu süreci örterek, gizleyerek "değer" kazanır. Sanatın nesne üretirken bile nesneden özgürleşmesinin arkasında yine bu dil bağı bulunur. Sanat üretilen "iş"te konuştuğu dili görünür kılarak süreci dışa vurur ve işin nesneye dönüşmesine engel olur. Bir Rönesans resmindeki boya katmanlarını kat eden fırça darbelerini, bir Bacon resmindeki akışkanlığı, bir Dada sistemindeki işlemselliği düşünün. Performans sanatı ise, eylemi bir dil ve bedeni bir medyum olarak "kullanırken" nesneden kurtulup süreci plastikleştirmeyi hedefliyordu. Ama Joseph Beuys'un deyimiyle sürekli devinim içinde olan bir "sosyal plastik"ti bu (2).
Performans sanatçısı Marina Abromovic'in öngörüsü gerçekleşiyor sanki: "21. Yüzyılda sanat nesnesiz olacak. Nesneler aslında izleyici ile sanatçının niyetleri arasında birer engel. İzleyici ve sanatçı arasındaki dolaysız enerji alışverişi için nesneler aradan çekilmek zorunda." (3) Bu yüzyıl başında sanat giderek "makinedeki hayalet" haline geliyor, sanatçı da bir tür "ağ göçebesi". 
1980'lerde ilk kıpırtıları başlayan ve 90'lı yıllarla "sanat sahnesine" çıkan "ağ sanatı", teknolojik dillere ayrıcalıklı bir rol yüklüyor, diğer dilleri de (plastik, sosyal, semantik vb.) teknolojik diller aracılığıyla dönüştürüyor. Ağ üzerinde sanat artık nesne değil süreç (ya da "işlem") üretiyor. (4)
Bu durumu anlamlandırmak için konumlanması gereken birkaç kavram var. Bunların ilki, Fluxus sanatçısı Dick Higgins'in1964'te yeniden canlandırdığı "InterMedia" (mecralar arası) kavramı. Özellikle performans sanatı için ayrıcalıklı bir konum kazanmış olan ve birer iletişim ortamı olarak "medyum"ların kesişme ve etkileşimiyle yeni işlevler kazanmasını temsil eden bir kavram olarak, her türlü sanatsal ifadenin vücut bulabileceği "plastik" bir "gramer"e referansta bulunur. Bu kavram "ara-da olma"yı, "ara-varlık"ı anlamlandıracak ve ifade edecek göçebe dili, üslubu, tarzı konumlar. Kavram, yalnızca farklı sanat dillerinin arasında gidip gelen, onları sürekli birbirlerine bağlayarak ya da aralarındaki karşıtlıklardan yararlanarak yeni dile getirme yolları keşfeden bir "ara-dil"i belirtmenin ötesinde, sanatın yüceltilmesi ve sonrasında giderek çoraklaşmasına uzanan, steril, kimi zaman da faşizan yolu tersine yürüyerek, ara patikalara girmeyi, tekerlek izlerinden sapmayı göze alarak, sanatsal eylemler ve gündelik hayat pratikleri, sanatsal dil ve sosyal süreç, sanat ve politika arasında, kısaca sanat ve hayat arasında göçebe, akışkan bir akımlar ağının tecrübe edilmesine referansta bulunur. "InterMedia", bir sanat akımı, bir sanat yapma türü, bir sanatsal dilden çok; hayat, dil, birey ve topluluk arasındaki ilişkileri hakikatle aynı özden ilmeklerle, diller ve medyalar arasında kodlanmamış, dolayısıyla da deşifre edilme gereği duyulmayacak bağıntıları kullanarak dokuyan bir "ağ bilgisi"dir.
Bu kavramların ikincisi müzikten ödünç alınan "InterMezzo" kavramı (5). Müziğin akışkanlığını sağlayan, ritimler arasında ara-ritim kıvraklığında göçebe bağlar dokuyan bir düzene referansta bulunur. "InterMezzo" kavramının müzikal bağlamını genişletir ve disiplinler arası bir etkileşime sokarsak, serbest vezinde kurulmuş, hiyerarşik olmayan bir "katmanlar" çoğulluğuna referansta bulunuruz: "Bölüm"lerden değil, birbirlerinden bağımsız, aynı göçebe bakışın mekânları olabilecek, "başı ve sonu olmayan, ama hep 'arada' olan" "yoğun süreklilik bölgeleri"nden, "geçici otonom bölge"lerden (6) oluşan bir "arabölge" (7); hep aradan akan, düşünceyi her yandan topladığı zihinsel alüvyonla verimli kılan bir zihinsel akımlar deltası… "Intermezzo" kavramı ile, "dır" fiili yerine "ve" bağlacıyla iş gören, gösteren'in egemenliği yerine bildirim'in özgürlüğünün geçtiği bir akımlar şebekesi olarak düşünebiliriz dili; bu dil, hareketli, otonom zihinsel bölgeler arasında etkileşim kuran bir "ağ mantığı"; göçebe bir düşünce, bir tür "göçebebilim" in dilidir.
Bir başka kavram da botanikten ödünç alınmış "köksap" (rhizome) (8) kavramıdır. "Bir köksap ne başlar ne de biter. O hep ortadadır, şeylerin arasında, bir ara-varlık, interMezzo. Ağaç soy zinciridir, ama köksap birleşmedir, yalnızca birleşme." "Köksaplı yönelim", şeylerin arasında kayarken, ağ düğümü olarak "VE" mantığıyla "ontolojiyi tersine çevirmek, temeli azletmek, sonu ve başlangıcı iptal etmek"tir. "Orta-yer, artık ortalama anlamına gelmez. Tersine nesnelerin hız kazandığı bir alan olup çıkar. Şeyler arasında, bir yerden bir başkasına giden, yeri saptanabilir bir ilişki türü değildir. Bir sarkaç salınımıdır, bir o yana bir bu yana süregelen bir hareket. Başı sonu olmayan, kıyılarından taşan ve ortasında her zaman daha hızlı coşan bir akarsu." Kökü seyyare, herhangi bir noktası başka herhangi bir noktasıyla bağıntılanabilecek, sapıyla uzayan, yayılırken kök söktüren, yörünge kaçkını "yersizyurdsuzlaştırma (déterritorialisation) vektörleri" (9) üzerinde kayan ayrık otu; heterojen bir "ara-varlık": birbiri üzerinde kayarak ilerleyen farelerin oluşturduğu sürü; çete bağıyla hareket eden kurt sürüsü; akıncıların sızma hareketi; bilgi ve iletişim teknolojilerinin "organik-olmayan bir hayat" bulduğu "silisyum-düzenlemeleri"ni kat eden bildirim sürülerinin hareketi; gerilla hareketleri...
Son kavram ise "akım-dil" (flux-language). (10) "Yersizyurdsuzlaşma", alışılageldik "dil sistemleri"nde imleyen-imlenen formülüne bağlı olarak birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılan 'ifade' ve 'içerik'i öyle geçirgen bir komşuluk ilişkisine sokar ki, aralarındaki ayrım kalıcı olmaktan çıkar. İfade ve içerik, imleyenden vazgeçerek, Hjelmslev'in dil kuramında haber verdiği akışkan ilişkiyi kurarlar. Sürekli birbirleri "haline gelirler". Dil, ifade ve içerik akımlarının süreğen sistemi haline gelir. "Intermedial" dilin dile-getirme ve düşünce arasında kurduğu anlık hayati ilişki "sürekli birbiri haline gelme" ilişkisidir. Dil, bu akımlar mantığında bulur göçebe gramerini… Bu Akım-Dil, hayat - hakikat - sanat arasında akan kesintisiz bir "haline-gelme" sürecidir.
Bu dört kavram, ağ içinde sanatın kurduğu "göçebe dil"i anlamlandırır. İktidar aygıtının bireyleri yersizyurdsuzlaştırdığı, ama bunu onları "mülkiyet", "para", "statü" ya da "meslek" gibi kimlik konumlamalarıyla yeniden "yerli-yurtlu" kılıp, daha doğrusu "yurt" simülasyonlarına bağlayıp denetim altına almak için yaptığı ve çoğunlukla da başarısız olup bireyin kaçış çizgilerini şiddetle, terörle kesmeye çalıştığı bir dünyada, bu göçebe dil, dillendirdiği başka bir hakikatle, bu çatışmaya koşullanmış durum karşısında hakiki bir "duruş" alma imkânı sağlar. Çoğullukların, çocuk, kadın, erkek, hayvan-oluşların birbirine geçerek, tektip "normapatolojik" bireysel gettolarımızdan kaçış çizgileri açtığı, kesişen yersizyurdsuzlaşma vektörlerinin göçebe ağlar kurduğu başka bir dünyanın hakikatini dillendirerek duruş alma imkânını...
Sanatın ağ içinde kurduğu göçebe teknolojik dil bir "hiper-dolayım"ı (hypermediacy) mümkün kılar. İnternetin hiper-medyumunda, HTML (dil) , TCP/IP (protokol), DNS (düğüm) takımyıldızlarından oluşan hiper-galakside sanat, "intermedial" bir gramer ve "köksapsı" bir dolaşım hareketiyle "intermezzo" bağlantılar üzerinden kayarak göçebe bir "akım-dil" kurar ve bu dil sanatın hem "nesnesi" hem de "süreci"dir.
Sanat ve ağdan söz ettiğimizde teknoloji ve sanat ilişkisini konumlandırmak gerekir. Ağ sanatının teknolojiyle ilişkisi, sanatın teknik ile kurduğu çok eski ilişkinin yeniden canlandırılmasıdır bir bakıma; bu bağlamda daha çok Heidegger tarzı, "teknolojik kuşatma"yı boşa çıkaracak bir "poiesis" (sanat) ve "techne" (teknik) ilişkisine referansta bulunur; (11) ya da Foucault'nun gördüğü gibi, araçsal aklın şiddet yüklü alanından çok "şeyleri yapma tarzı" olarak "techne" kavramını ayrıcalıklı kılar (12). Ağ sanatı teknolojiyi bir gündelik hayat pratiğine, "öteki"ne dönüşmek için kimlik politikalarını ve Kartezyen "ikili mantığı" içinden oyan yaşamsal bir stratejiye, ağ üzerinde "geçici otonom bölge"ler yaratarak insanlarla buluşmasını sağlayacak bir akımlar mantığına dönüştürür.
"Sanat" ve "teknoloji" ilişkisinde kategoriler ve türler çeşitleniyor: "Etkileşimli sanat", "internet sanatı", "elektronik sanat", "yeni medya sanatı", "dijital sanat", "multimedya sanatı", "bilgisayar-temelli sanat", "işlemsel sanat", "telematik sanat", "oluşumsal (generative) sanat", "enformasyon sanatı", "sanal gerçeklik (veya "genişletilmiş gerçeklik") sanatı", "yazılım sanatı", "e-posta sanatı", "veri sanatı", "viral sanat"… hatta "siberformans", "tele-kinetik heykel", "ağ-şiiri", "yapay zeka happening'i", "sanal dünya performansı", "siber-beden sanatı", "bilgisayar-oyun-sanatı", "etkileşimli multimedya enstalasyonu", "sosyal ağ plastiği", "robotik sanatı", "genom sanatı", "hack'leme sanatı" vb… Bunların hemen hemen tümü şu ya da bu biçimde ağ, özel olarak da bilgi ve iletişim teknolojileriyle kurulan küresel ağ ile ilişkilendiği için, "ağ sanatı" terimini kullanmak doğru görünüyor. Ağ, gerçeklik üzerinde, içinde, etrafında ikinci bir "sanal" gerçeklik" yarattığı için de, bu sanatı "sanal" olarak adlandırabiliriz. "Sanal" evet, ama "gerçek"… Çünkü bu sanat gerçeklik üzerinde gerçek etkilerde bulunur. Artık hayatımızı kuşatan ağın da yaptığı gibi…
Sanat, "gerçeklik" ve "sanallık" arasındaki bildik kutuplaşmayı reddeder ve ikisinin arasında geçişken bir algıyı(hiper-algıyı) ortaya koyar. Bu bağlamda, "ağ" gerçektir, gerçekliğin temsili değil. Enformasyon matrisi içinde sanat "nesnesiz nesneler" (sanal nesneler) yaratır; yaratımı işlemin kendisidir ve ağ yapısından ötürü doğasında etkileşimlidir. Ağ üzerinde sanat, tıpkı "makinedeki hayalet" gibi, ağ üzerinde insana ulaşır. Ağa bağlı insan, bir tür "insan-sonrası"dır (posthuman) . İnsan-sonrası, belki de en iyi ifadesini performans sanatçısı Stelarc'ın işlerinde bulur. Stelarc, kendisini harekete geçiren temel itinin, bedenin aşılabilir ve atıl olduğuna duyduğu inanç olduğunu söyler. (13) "Amacının 'bir düşünceyi, onun dolaysız deneyimiyle ifade etmek' olduğunu belirten Stelarc, bunun yolunu siber ağa, sanal şebekeye dolaysız olarak bağlanmakta, bedenini siber sistemlerle uzatmakta görüyor." (14) Bedenin uzantısı olarak ağa bağlı protezler performans sanatının ağdaki en ilginç ifadelerinden biri. İlk bakışta fütüristik gelen bu yaklaşım, Palo Alto'daki teknolojik inovasyon üssü Xerox Park'ın baş bilim adamı Mark Weiser'in beden ve ağ arasında kurulan "rahat teknoloji" (calm technology) ilişkisinde "bilgisayarların her yerde" (ubiquitous computing) ve "bedenin de bir dijital arayüz haline gelmekte" olduğundan 1996'da söz ettiğini bilince gerçeklik kazanıyor. (15)
Sanat artık genlerle, nano-teknolojiyle, deri altı RFID çipleriyle, hiper-algı makineleriyle, kablosuz GPRS sistemleriyle, gözetim teknolojileriyle oynuyor ve sanılanın aksine bunu yaparken insanı insanlığından soymak bir yana, tam da "makinedeki hayalet" gibi küresel kapitalizmin araçsal aklını "hack 'liyor", bir "ağ gerillası"na dönüşüyor. Örneğin, Brett Stalbaum'un bir "elektronik sivil itaatsizlik" eylemi olarak ürettiği etkileşimli "Zapatista Tactical FloodNet" projesi Meksika hükümetine ait web sitelerine yönelik bir DOS (Denial of Service) saldırısı başlatarak sistemlerin "bu sitede insan hakları bulunmamaktadır" tarzı hata mesajları vermesine neden oluyor. (16) Marie Sester'in "ACCESS " projesi, tele-gözetim sistemlerine sızarak kamusal alanlardaki insanların üzerine bir spot ışığı düşürmenizi ve yalnızca onların duyacağı fısıltılar göndermenizi, böylece gözetlendikleri gerçeğini sarsıcı bir biçimde hissetmelerine yol açmanızı mümkün kılıyor. (17)
Ağ sanatı, Dada'dan Pop Art'a, Kavramsal Sanat'tan Video Sanatı'na, Performans Sanatı'ndan Hacker Etiği'ne çok katmanlı bir geçmişe sahip ve içinde yaşadığımız küresel kapitalizm ağının içindeki göçebe ve muhalif bir hayalet. Elbette bütün bu sanat akımları kadar sistemik ehlileştirme riskine açık bir hareket, ama aynı zamanda bir o kadar da yoldan çıkarma kapasitesine sahip. Ne de olsa, Fluxus sanatçısı Robert Fillou'nun deyişiyle, "sanat, hayatı sanattan daha ilginç kılmaktır."
Dada'dan sürrealistlere, fütürizmden Bauhaus'a coşkulu düşüncenin ve "neşeli bilgi"nin ütopyaları, 2. Dünya Savaşı'nın uzun ve derin acısının karanlığında patlayan atom bombasının köreltici şokuyla soğuk savaş ortamının popüler algısını biçimleyecek paranoid distopyalarla yer değiştirdi. Önce 1950'lerin özgürlük yolları, sonra da 1960'ların iyimser coşkusu topluluk düşlerini bir ara havalandırdıysa da, Sovyetlerin Çekoslavakya'yı işgalinin ve daha sonra yuppie'lerin "borsa devrimi"nin kalıcı etkileri bu kez "küreselleşen" ve topyekun bir "bilgi ve iletişim ağı"yla kaplanan dünyamızda "topluluk gettoları" oluşturmaya başladı. Savaş giderek mikro olmaya, muhalefet geçici otonom bölgelerden oluşmaya ve iktidarın enformasyon dağılımından oluşan hızı "kaos pisikozu"ndan atalet üretmeye başlayınca, ütopyalar da distopyalar da, kimi zaman iç içe geçen paralel evrenlerde eşzaman boyutları içinde varolmaya başladılar. Yansıtıcı düzenekleriyle "gerçekliğimizi" sindirirken iç içe geçerek yeni evrenler kuran iki ağ, iki "matrix" gibi... Tıpkı 1920-1935 arasında, özellikle Avrupa'da ortaya çıkan bazı sanat hareketlerinin deneyimlerinin bugünü haber verircesine, "sınırda", "ara-bölgede" denge ve birlikte-yaşam (symbiosis) kurmak arayışları gibi, bugün de özellikle iletişim yeteneği üzerine kurulu bir takım " topluluklar", bu kez yeni yüzyıla özgü ütopya ve distopyalar arasında farklı yaşam kolonileri oluşturma arayışındalar. Bunlar, bir yanda 50'li yılların farklılık ve eleştiri kuran sitüasyonizm, beat gibi oluşumlar, diğer yanda 1980'lerin finans-egemen popüler kültürüne muhalefet oluşturmuş punk, tekno-anarşizm vb. karşı-kültürlerden beslenerek, farklı ve kendilerine özgü -iletişim kültürünün simgeleriyle örülmüş- şebekeler kurmaya başladılar. Siberpunk, siber-sitüasyonistler, siber-anarko aktivistler, "hactivist'ler", küreselleşme-karşıtları vb. toplulukların her biri kendilerine özgü algı ve iletişim evreninde bir araya gelip dağılmayı -paylaştıkları iletişim-egemen toplumun hızlı ritminde- sürdürüyorlar. Ağ sanatçıları kapalı bir topluluk oluşturmaktan çok bu geçici bölgelere dağılıyorlar.
"Denetim mekanizmaları kendi viral etkilerini şebekenin tümüne salarken, bir yandan da kendisini dönüştürecek, mutasyon geçirerek yayılıp denetimi yeniden ele geçirecek bir anonim akla hizmet ettiklerinin farkında değillerdir. Ağın tümüne göz diken viral, sentaktik iktidar, varoluş/yayılış eylemi sırasında kurduğu sistemi başka viral etkilere de açar. Virüs virüsü dönüştürebilir. Denetim karşıtı viral etki, bulaşıcı düşüncelerle, merak "solucan"ları ve muhalefet etkileriyle yayılmaya başladı mı, durdurmak zordur. (...) Denetim merkezleri ve güvenlik uzantıları tüm şebekede bu zonları arar. Şebeke yeni düğümler, düğümlerden oluşan kompleksler ve veri bankalarıyla, alternatif şebekeler oluşturarak kesişen çokuluslu şirket ağlarıyla büyüdükçe, göçebe zonların sayısı da, anonim özgürlüğü ve etkisi de artar. (...) Enformasyon mülkiyetiyle can bulan yeni egemen sanal sınıflar, bilgiyi ve teknolojiyi tekellerine almaya çalıştıkça, bu viral zonlar söz konusu enformasyonu örten buzu deler, verinin kaynak kodunu kırarak şebekeye salar ve teknolojiyi erişilebilir kılar. (...) İnternet iyi ki e-ticaretten, sıkı denetlenen özel mülkiyete haiz kurumsal şebekelerden ibaret değil. 'Sibernetik devletin kapalı devresinin etrafında, içinde, bir başka köksapsı ağ kuran, ona nüfuz ederek sürekli dönüşen ikinci bir uzay'... " (18)
Papa'dan devlet liderlerine, uluslararası kuruluşların yöneticilerinden çokuluslu elitlere "sözcü ağızlar", uygarlıkların, kültürlerin, coğrafyaların, toplumların arasında yeni duvarlar ören devasa bir inşaat şirketinin hakla ilişkiler diliyle konuşuyorlar. Bu söylem, küresel ekonominin denge oyunlarında son zamanlarda baskın çıkan taraf olan askeri-endüstriyel kompleksin, yani enerji-silah-kitlesel üretim-sağlık-iletişim-güvenlik-ulaşım kartellerinin meşruiyet zeminini, kamu(oyu)-pazar(lama)-talep ayağını da oluşturuyor. Tahterevallinin diğer "taraf"ı, yani finans-bilgi ve iletişim teknolojileri-biyogenetik-tarım-mikroüretim şebekeleri de artık karşı tarafla farklı ittifaklar kurduğundan, şimdilik durum pek de biz "sıradan küre vatandaşları"nın lehinde görünmüyor. Ama "sistem" dediğimiz şey, bize "istikrar" gibi görünen, aslında istikrarsızlık potansiyelini her an taşıyan, sistem tarafından kodlanan, kapsama alınan veya dışlanarak etkisizleştirilen bir akımlar mantığı, bir hareketler mekaniği ve aslında tam da bu yüzden bir denge-sizlik geometrisidir. Bu geometri bir ağ-yapısı ve sanatçı da bu yapıyı kıran bir "hacker"... Yaptığı, imkânlara açık olmak, sınırları aşan bağlantılar kurmak, iletişim halinde olmak, etkileşime girmek, kapsamak, kavramak, anlamak, çoğul olmak…Ağ sanatı "dır" fiili yerine "ve" bağlacıyla konuşarak etkileşim kuran, "ara bulan" bir sosyal linguistik.
"Sanatdünyası. Teoridünyası. Medyadünyası. Enformasyondünyası. Turistdünyası. Olimpikdünya. Foxdünyası. Bushdünyası. Tekdünya. Sanatdünyası (herhangibirdünya) bir yer değildir; hakikati içselleştiren bir düzenleme sistemidir, şeyleri bilinir kılmak ve yerlerini saptamak için bir sınıflandırma prosedürüdür. Sanat söylemini oyuna sokma imkânının koşullarını belirler. Sınırlarda devriye gezer, söylemsel mekân önceden kaydedilmediği sürece kimsenin geçmeyeceğinden -ya da gitmeyeceğinden- emin olur. Yeniden giriş vizesi olmadan çıkış yok. Oyunun kuralları." (19)
Hareket halinde bir 'plastik', kaygan, çoğulluklar arasında kayan çoğul bir dil, kurallarıyla değil değişkenliğiyle belirlenen 'intermedial' bir gramer... 'Düşünceyi harekete geçirmek' için, intermedial bir (plastik) grameri sürekli, her defasında başka bir tarzda yeniden keşfeden, sistemleşmiş olmayı umursamayan düşünceyi eyleme dökerek sürekli tecrübe eden bir dil, bir sanat... Terimin durağan anlamını içinden mayınlayan canlı bir "plastik". Eylemde... Kuvvesinin farkında bir "fiil". Düşünceyi hayati bir hakikat duyumuyla tecrübe eden bir "sanatsal" ifade… Başarı ya da sonuç gibi ölçütlerle iş görmeyen, tecrübeyi göze alan, eski tekerlek izlerinin kolaylığını bir yana bırakıp kendi açtığı yolda ilerleyen; yolunu yürürken, yolda kuran bir "göçebe" (sanat, politika, ekonomi, kültür)… Geçtiği yere temiz hava dolar. Arada olup, aradan geçerek, ikilemlerden kurtulup, kendi göçebe "yer"ini, "yersizyurdsuzlaşma vektörleri" ve arzuyla belirlenen "kaçış çizgileri" üzerinde kuran göçebe bir diller çoğulluğu...
Göçebe kalın… Ağa girin ve hayaletle etkileşin...

NOTLAR
(1) Konuyla ilgili genel bir sunum için bkz. G. L. Hagberg, Art As Language: Wittgenstein, Meaning, and Aesthetic Theory, Cornell University Press, 1995
(2) Bkz. Joseph, Beuys, Par la présente, je n'appartiens plus a l'art, Editör: Max Reithmann, Çeviren: Olivier Mannoni ve Piere Borassa, L'Arche, 1988
(3) "Marina Abromovic in Conversation", New Moment, özel sayı:"La Biennale di Venecia", N: 7, Spring 1997
(4) Bkz. Burak Arıkan&Ali Miharbi, "İşlemsel Sanatlar Sunumu",
http://wiki.dugumkume.org/index.php5?title=%C4%B0%C5%9Flemsel_Sanatlar_Sunumu
(5) Gilles Deleuze - Félix Guattari, Milles Plateaux, Minuit, 1980
(6) Hakim Bey, T. A. Z. The Temporary Autonomous Zone, Ontological Anarchy, Poetic Terrorism,
http://www.hermetic.com/bey/taz_cont.html (Hakim Bey'in ufuk açıcı kavramı, şebeke-ağ içinde sürekli dolaşan ve kendisine geçici bağımsız bölgeler yaratarak faaliyet gösteren göçebe muhalefet odaklarını tanımlarr)
(7) William S. Burroughs, interzone, Viking Press, 1989
(8) Gilles Deleuze - Félix Guattari, agy (İzleyen alıntı bu kitabın "rhizome" bölümünden kolajlanmıştır)
(9) "Yersizyurtsuzlaştırma" (déterritorialisation), G. Deleuze ve Felix Guattari'nin "Anti-Oedipus" (L'Anti-Oedipe, Minuit, 1972) adlı eserlerinde konumladıkları bir kavramdır. "Térritorialisation", yani "yerli-yurtlu kılma" anlamına gelen sözcüğün karşıtı olan bu kavram, iktidarın yerleştirme, bir düzene tabi kılma eyleminin tersini ifade eder. Yersizyurtsuzlaşma, iktidar kodlarının kırılarak göçebe arzunun devrimci kaçışına referansta bulunur. İkili, "Bin Yayla" (Milles Plateraux) adlı eserlerinde ise kavramı bu kez göreli ve mutlak yersizyurtsuzlaşma olarak ayırt etmişlerdir. Göreli yersizyurtsuzlaşmada her zaman bir yeniden-yerliyurtlu kılma varken, olumlu bir biçimde mutlak olanı, dünya ile kurulan bir "içkinlik alanı" içinde göçebe arzunun mutlak özgürleşmesini ifade eder. Bunun yanı sıra, olumsuz bir mutlak yersizyurtsuzlaştırma da söz konusudur.
(10) Gilles Deleuze - Félix Guattari, agy; G. Deleuze, "Entretien 1980", L'Arc No. 49, 1980, sf. 99-100
(11) Konuyla ilgili derinlikli bir çözümleme için bkz. R. L. Rutsky, High Techne: Art and Technology From The Machine Aesthetic to The Posthuman, University of Minnesota Press, 1999 ; Edward A. Shanken, "Telematic Embrace: A Love Story? Roy Ascott's Theories of Telematic Art",
http://telematic.walkerart.org/timeline/timeline_shanken.html
(12) Bkz. Sue Golding, the eight Technologies of otherness, Routledge, 1997, sf. xiii ; Arthur Kroker, The Will to Technology and the Culture of Nihilism: Heidegger, Nietzsche and Marx, University of Toronto Press, 2004, chapter 8: "The Digital Eye"
(13) "Extended-Body: Interview with Stelarc", Paolo Atzori - Kirk Woolford, CTHEORY, e-zine,
http://www.ctheory.net/articles.aspx?id=71
(14) Özgür Uçkan, "68 - 98 / 'Kaotik Retorik'", Sanat Dünyamız - Dosya: Performans, Sayı:67, Yıl: 1998, YKY Yayınları, İstanbul. sf. 201
(15) Mark Weiser & John Seely Brown, "THE COMING AGE OF CALM TECHNOLOGY[1]", Xerox PARC, October 5, 1996,
http://www.ubiq.com/hypertext/weiser/acmfuture2endnote.htm
(16) Brett Stalbaum, Zapatista Tactical FloodNet,
http://www.thing.net/~rdom/ecd/ZapTact.html
(17) Marie Sester, "ACCESS " project,
http://www.accessproject.net/
(18) Özgür Uçkan, "Hacker'lar: Viral Kültürün 'Semantik Gerillalar'ı mı, Enformasyon Toplumunun Veri Hırsızları mı?", Est&Non, Sayı:6, Ekim-Kasım 2000 (net sürümü:
http://www.geocities.com/guncelsanat/ou.htm ve http://ozguruckanzone.blogspot.com)
(19) Susan Buck-Morss, Küresel Bir Karşı Kültür, Çev. Süreyya Evren, Versus, 2007, sf. 81-82

Oyunun Kuralı - BThaber sektörün "hafızası"

Bilgi ve iletişim teknolojileri sektörünün ülkemizdeki tarihi hemen hemen dünyadaki tarihiyle eş zamanlı adımlarla ilerledi. Ama ne yazık ki bu adımlar sektörü dünyadaki pek çok ülkede kazandığı stratejik konuma taşımaya yetmedi. 
BThaber 700. sayısına ulaştı! Toplumsal belleğin zayıf olduğu, siyasi, ekonomik, sosyal her konuda süreksizliğin yazılı olmayan bir kural haline geldiği, her şeye hep sil baştan başlamanın yorgunluğunu yaşadığımız bir ülkede, "bilgi toplumu teknolojileri" gibi hayati bir konuda yayın yapan haftalık bir gazetenin 700. sayısını görmek umut veriyor. Neredeyse 15 yılı bulan bu yayın hayatının üçte birini paylaşmış olmak da beni sevindiriyor. 
Bilgi ve iletişim teknolojileri sektörünün ülkemizdeki tarihi hemen hemen dünyadaki tarihiyle eş zamanlı adımlarla ilerledi. Ama ne yazık ki bu adımlar sektörü dünyadaki pek çok ülkede kazandığı stratejik konuma taşımaya yetmedi. BİT sektörü siyasiler, ana akım iş dünyası ve diğer önemli aktörler tarafından sosyal, ekonomik tüm alanlarda oynaması gereken stratejik rol ile değil, temsil ettiği ekonomik büyüklük ile değerlendirildi. Bu alanda ne yapıldıysa ya AB uyum sürecinin zoruyla ya da kamu yönetiminin yönetilebilir olmaktan çıkması sonucu gereken modernleştirmeler yüzünden yapıldı. Birkaç kanun çıktı ama hala bu alanda olumsuz düzenleme anlayışı devam ediyor. Bilgi Toplumu Stratejisi e-devlete indirgenmiş durumda. Telekom sektöründe hala serbestleşme tamamlanmadı. Bilişim sektörü hala donanım ağırlıklı. Hala bir yazılım ve hizmet sektörleri stratejimiz yok. 
Sektör de bu bakımdan üzerine düşen görevi yerine getiremedi. Bu köşede yayınlanan ilk yazılarımdan birinde, "gerçek bir sektörel politika ağı"na evrilmesini dilediğim "Bilişim Sivil Toplum Örgütleri Platformu"ndan söz etmişim. Şimdi www.bsto.org adresine girdim baktım, hala 2003 yılından kalma bir "hükümete açık mektup" yayında! Sektör birlik olmaz, sivil ve sektörel kuruluşlarıyla izleme, denetleme, katılım ve politika üretme ağlarını oluşturmazsa, elbette gerçek bir oyuncu da olamaz. Eh, kimse de sizi ciddiye almaz! Bilişim STK'larına bir önerim var: BThaber'in 700 sayısını bir odaya toplayın. Buna şimdiye kadar ürettiğimiz ne kadar rapor, strateji çalışması vb. varsa ekleyin, hep beraber o odaya girin ve bir süre dışarı çıkmayın. Nerede yanlış yaptığınızı mutlaka anlarsınız! 
700. sayımız kutlu olsun!

15 Aralık 2008

Oyunun Kuralı - Neyi seçiyoruz?

Hükümet IMF ile anlaşırsa umarım bu parayı İsviçre'deki hesaplarından kendilerine "borç" veren "kriz lobisi"ne kaptırmaz da, kriz bahanesiyle işsiz bırakılanlara veya işsiz kalma korkusundan karın tokluğuna çalışanlara yönelik bir programa ve ülkenin geleceğine, teknoloji yatırımlarına, eğitime,  sosyal katılıma harcar.
Küresel "kriz" ya da artık adını koymak gerekirse "ekonomik paradigma dönüşümü", hız kesmeden sürüyor. Küreselden ulusala doğru bir kurumsal değişim yaşanacağı kesin. Küresel finansal sistem yeniden yapılanarak yüzünü "yeni" reel sektörlere dönecek; geleneksel sanayi de ancak yeni teknolojilerle kurduğu ilişki ve yeni "realite"ye dönüşme gücü sayesinde ayakta kalabilecek. Askeri-endüstriyel komplekslerin devri kapandı. Dünyayı teknolojik inovasyon, enerji ve gıda yönlendirecek. 
Peki, Türkiye'de neler oluyor? Biz paradigma dönüşümüne hazır mıyız? ABD hegemonyasının zayıfladığı, yeni dengelerin ortaya çıktığı, gelişmekte olan ülkelerin küresel oyuncu olma şansını yakaladığı bir dönemde Türkiye'nin önünde büyük bir fırsat var. Bunun için bilgi ekonomisine geçmek, inovasyonu KOBİ'ler başta olmak üzere iş yapma ortamının temel dinamiği haline getirmek, teknolojide lig atlamak gerekiyor. Biz ne yapıyoruz? Bu amaçlar için zaten çok yetersiz kalan "Bilgi Toplumu Stratejisi"ne bağlı eylem adımları mehter ritminde ilerliyor. BİT sektöründe rekabet ortamı halen oluşturulmuş değil, sorumlu kurumlar enerjisini ve bütçesini internet erişimimizi kısıtlamaya harcıyor. Ar-Ge kanunu çıktı, ama hala desteklerin çoğu Tübitak enstitülerine gidiyor, üniversite-sanayi işbirliğinde bir gelişme yok. BİT sektörünün üzerindeki benzeri görülmemiş vergi yükü korunuyor. "E-dönüşüm" bırakın ülkeyi devleti bile yeterince dönüştüremedi. Denetimi zorlaştıran yeni ihale kanunu Meclis'ten geçti. Biz online ihale beklerken AB'nin şeffaflık, hesap verebilirlik ve sorumluluk kriterleri açıkça ihlal edildi. Ne de olsa seçim var!
Krize karşı verilecek en iyi cevap, bilgi ekonomisine dönüşüm için gereken yatırımları hızlandırmak. Ama biz acaba 3G ihalesi de kriz kurbanı olur mu diye korkuyoruz. Hükümet IMF ile anlaşırsa umarım bu parayı İsviçre'deki hesaplarından kendilerine "borç" veren "kriz lobisi"ne kaptırmaz da, kriz bahanesiyle işsiz bırakılanlara veya işsiz kalma korkusundan karın tokluğuna çalışanlara yönelik bir programa ve ülkenin geleceğine, teknoloji yatırımlarına, eğitime,  sosyal katılıma harcar. Ama ah, önümüzde seçim var! Tabi tabi, iki yıldır bu ülkede seçim var!


12 Kasım 2008

Oyunun Kuralı- Şimdi de blog sansürü

Mahkeme Blogspot'a erişimi engelleyerek, bir tüzel kişinin hakkını koruyacağım derken hepimizin anayasal haklarına, haberleşme, bilgilenme, düşünme ve ifade hakkına zarar vermiş bulunuyor.
Wordpress, Geocities, Google Groups derken, sonunda Blogspot'a da erişim engellendi. Mahkeme kararına ulaşmak neredeyse imkânsız, ama bu seferki nedenin Digitürk'ün Lig TV ile ilgili telif meseleleri olduğunu öğrendik. Ben bu yazıyı yazarken Blogger ve Blogspot erişime geçici olarak açılmıştı ve her an tekrar kapanabilir.
Ben de bir Blogger kullanıcısıyım. Bloguma bu yazılar da dâhil, sağda solda yayınlanan yazıları, benimle yapılan söyleşileri vb. koyuyorum. Geçen gün karşıma o bildik "erişime engellenmiştir" uyarısı gelince, önce "hah" dedim, "sonunda beni de kapattılar"! Sonra tecrübem devreye girdi ve "herhalde beni değil de, kim bilir hangi blog yüzünden tüm Blogger'ı kapatmışlardır" diye düşündüm ve haklı çıktım. Haydi, ben "uzmanım", aynı uyarıyla karşılaşan yüz binlerce blog yazarı ve okuyucusu ne hissetmiştir acaba? Ben futbol sevmem bile, birkaç blog lig maçı yayınlıyor diye benim blogum kapatılınca ne düşünmem gerekir? Şimdi Digitürk aboneliğimi iptal ettirmeyi düşünüyorum, o başka.
Biz Bilgi Üniversitesi'nde dersler için Google Groups kullanıyoruz, öğrencilerin blog tutmalarını ve bizlerle paylaşmalarını istiyoruz. Bu Digitürk'ün telif haklarından çok daha önemli bir hak. Bu haberleşme, bilgilenme, düşünme ve ifade hakkı… Diyarbakır 1. Ağırceza Mahkemesi bir tüzel kişinin hakkını koruyacağım derken hepimizin anayasal haklarına zarar vermiş bulunuyor. Bu sefer blogculara dokundular ve daha yüksek bir ses çıktı (Türkiye'deki bloglar sansürü protesto için kendi kendilerini kapatıyorlar - internetinkarariyor.com). Bu ses yükselecek, çünkü iletişim ve topluluk aynı şeydir.
5651 sayılı yasanın kendisi, kişilik haklarına saldırı konusunda yeni düzenleme varken erişim engellemeye izin veren eski düzenlemenin uygulanması, telif ihlallerinin web 2.0 mantığı düşünülmeden işleme tabi tutulması gibi sorunlarla, internet sansürü yasa koyucuların öngöremediği bir hızla çığ gibi büyüyor (1 Ekim itibarıyla 1115 site). Ne yapılması gerektiği açık: 5651 acilen kaldırılmalı ve yeni bir düzenlemeye gidilmeli; hakaret nedeniyle erişim engellemeye gitmek yerine nesne engelleme yapılmalı; FSEK yeniden gözden geçirilmeli; internet ile ilgili davalara bakacak ihtisas mahkemeleri kurulmalı. Ama öncelikle internet sansürünün bu ülkeye maddi ve manevi olarak neye mal olduğunun hesabı bir çıkartılmalı, ki soralım…

BThaber, s:694, 3 - 9 Kasım 2008

29 Ekim 2008

Oyunun Kuralı - Kriz, Türkiye, ekonomi ve siyaset

Yoksa krizin siyasi ve ekonomik "fırsatlarına" oynayıp "geleceğe" yatırım mı yapıyorsunuz? Bu yatırımın bedeli çok yüksek, çünkü o "gelecek" gelmeyecek!

Kriz sonunda medyanın gündeminde ilk sıraya yerleşti. Borsanın 2001'deki Kara Salı'yı hatırlatan rekor düşüşü kadar TÜSİAD'ın "tedirginliği" de rol oynadı bunda. Şu sıralar herkes hükümete yükleniyor, hükümet de "tekne sağlam, güvenin" diyor. Türkiye, gelişmiş ülkelerin finansal sisteminin denetim dışı büyüyen karmaşık yapısının çöküşüne göreli bir bağışıklık kazanmış görünüyor. Bizde sorun daha çok krizin reel ekonomi üzerindeki etkileri konusunda yaşanacak. Dolayısıyla iş çevrelerinin "paniğinin" nedeni biraz belirsiz, hükümetten beklentileri de öyle. Çünkü kriz panik yaratır ama asıl panikle büyür.

Türkiye 2001'den beri cari açığı finanse etmek için dünyanın en yüksek faizini ödeyerek zaten kriz koşullarında yaşıyor. Ayrıca kamu bütçesi fazla açık vermedi ve bankacılık sistemi son kriz önlemleriyle sağlam görünüyor. Bu durumda TÜSİAD'ın beklentisi ne? İnsanın aklına AKP'yle muhalefetin ekonomi cephesine kaydırılmasıyla ilgili stratejiler geliyor ister istemez. Bir yandan da Türkiye'de asıl açık veren kesimin finans değil, risk analizi yapmadan düşük faizli döviz kredileriyle borçlanan ve küresel kredi kriziyle daralan döviz arzı nedeniyle sıkıntı yaşayan özel sektör şirketleri olduğunu düşününce başka olasılıklar beliriyor. Belki de en büyük üyeleri döviz açığı veren TÜSİAD, hükümetten (yani hepimizden), oluşabilecek dev batıklara yönelik bir "kurtarma paketi" bekliyordur? 2001'de banka batıklarını ödedik, şimdi de holding batıklarını mı ödeyeceğiz? Ucuz krediyle düşük kaliteli yatırımlar yaparken, bilişim sektörüyle stratejik ortaklık geliştirip yönetimde inovasyon yapma fırsatını kaçırırken, tekelcilik hayalleri kurup kurumsal yönetişimi es geçerken bize mi sordunuz? Yoksa krizin siyasi ve ekonomik "fırsatlarına" oynayıp "geleceğe" yatırım mı yapıyorsunuz? Bu yatırımın bedeli çok yüksek, çünkü o "gelecek" gelmeyecek!

İş dünyası panik yaratmak yerine artık kendi kriz önlemlerini alsa da, enerjisini asıl mikro ekonomik reformlar, bilgi, yönetişim ve inovasyon ağları, istihdam ve eğitim reformları, AB süreci ve demokratikleşme gibi konularda hükümetle misyonuna uygun bir işbirliği platformu geliştirmeye harcasa daha akıllıca olmaz mı?

BThaber, s:692, 20-26 Ekim 2008

28 Ekim 2008

Oyunun Kuralı - STK'larınızdan ısrarla isteyin!

Kalite, hizmet, bilgi, güvenlik, proje, inovasyon, yatırım, performans, risk ve denetim yönetiminde yeni yönetişim kriterlerine uyum sorunu ancak BİT sektörünün geliştireceği çözümlerle aşılabilecek.

Malum, zirveler, kurultaylar, konferanslar dönemi geldi ve herkes "işine" bakacak. "Bilişim Zirvesi '08", teknolojideki gelişmelerle ortaya çıkan yeni iş alanlarına, özellikle Telekom, güvenlik ve sağlık konularına, TBD'nin "Bilişim '08" etkinliği se "yakınsama" meselesine odaklanacak. Bunlar sektörü kısa vadede etkileyecek önemli inovasyon trendleri ve çözümlenmeyi hak ediyor. Ama finans sektöründe yaşananlar başta olmak üzere küresel ekonominin paradigma dönüşümü sancılarının BİT sektörünü etkilememesi düşünülemeyeceğine göre, en az inovasyon kadar önemli bir konu daha var demektir: "yönetişim"…
G7 zirvesi, küresel finansal sistemin risk yönetimi ve performans denetimi başta olmak üzere birçok konuda yeni bir yönetişim dönüşümü yaşayacağının işaretlerini verdi. Finansal yapıdaki bu sistemik dönüşüm reel sektörü kaçınılmaz olarak etkileyecek. Basel II kriterleriyle başlayan ve orada durmayacağı belli olan yapılanma sadece büyük şirketleri değil KOBİ'leri ve kamu sektörünü de değiştirecek. Bu toplam dönüşüm ancak yoğun BİT kullanımıyla mümkün olduğuna göre, sektörün önünde çok ciddi bir fırsat var demektir. Bu, hem yeni iş alanları, hem finans sektörü, reel sektör ve kamu sektörüyle daha yoğun bir entegrasyon, hem de "stratejik sektör" konumunun daha açık bir biçimde tescil edilmesi fırsatı…
Çünkü kalite, hizmet, bilgi, güvenlik, proje, inovasyon, yatırım, performans, risk ve denetim yönetiminde yeni yönetişim kriterlerine uyum sorunu ancak BİT sektörünün geliştireceği çözümlerle aşılabilecek. Mevcut BİT hizmetleri yetersiz kalacağından, sektörün inovasyonu bakımından da önemli bir fırsat sunuyor bu. Ancak fırsatları rekabet avantajına dönüştürerek atılım yapabilmesi için, sektörün yönetişim meselesine kendi içinde de ağırlık vermesi gerekecek: sadece kurumsal yönetişim değil, ciddi bir aktör olarak algılanabilmek için sektörel boyutta da yönetişim. Dolayısıyla "işinize bakarken" işinizin gereğini unutmayın: bir sektörel yönetişim politikası sizi geleceğe daha güvenli ve avantajlı bir biçimde ulaştırabilir… STK'larınızdan ısrarla isteyin!

BThaber, s:690, 29 Eylül - 5 Ekim 2008

22 Eylül 2008

Oyunun Kuralı - "Devlet kapitalizmi" mi?

Küresel finansal sistem, bilgiye dayalı emek, gayri-maddi sermaye ve yeni teknolojilerin ağ etkisi kapitalizmi öyle büyüttü ki, ticaret ve sermayenin serbest dolaşımından, yani liberalizmden vazgeçmesi düşünülemez.

Kriz hız kesmiyor. Küresel sıcak para, hızla emtia, hisse senedi, tahvil gibi varlıklardan nakde doğru kaçıyor ve borsalar dibi boyluyor. Küresel fonların yaklaşan "finansal tsunami"ye karşı stratejik hamlesi bu. Krizin faturası her zaman olduğu gibi vergi ödeyenlere çıkıyor. ABD'nin TMSF'si FDIC 11. bankaya el koydu. Merrill Lynch, Lehman gibi şirketlerin zararları bilançolarının taşıyamayacağı boyutlara ulaşırsa çığ etkisi büyüyecek.
ABD ve Avrupa'daki banka operasyonları ve emtia fiyatlarının artırılması kapitalizmin tarihindeki en büyük devlet müdahalelerinden biri olarak anılmaya aday. Bağımsız otoritelerin bağımsızlığının tartışılacağı ve "finansal sıkıyönetim" taleplerinin yükseleceği yeni bir döneme giriyoruz. Peki, bu liberalizmin yaralarını sarıp yeniden ivme kazanacağı bir "ara dönem" mi, yoksa yeni bir "devlet kapitalizmi"nin doğuşu mu?
Keynesçilik geri mi dönüyor? Şu sıralar ülkemizde pek popüler olan Habermas'ın dediği gibi, "tek ülkede Keynesçilik olmayacağına" göre, "ulusal" ekonomileri "küreselleşmenin zararlı etkilerinden" küresel olarak koruyacak yeni bir model mi doğuyor? "Ulus-devletin muhteşem geri dönüşü"nü ilan etmekte aceleci olmayın! Bu geçici sancı daha çok ulus-devletin erime sürecinde milliyetçiliğin patlamasına benziyor. Yani geleceği yok!
Küresel finansal sistem, bilgiye dayalı emek, gayri-maddi sermaye ve yeni teknolojilerin ağ etkisi kapitalizmi öyle büyüttü ki, ticaret ve sermayenin serbest dolaşımından, yani liberalizmden vazgeçmesi düşünülemez. Devlet müdahalesinin borç çevrimini artırarak krizi öteleyip derinleştirmekten başka işe yaramadığı ise görüldü. "Devlet kapitalizmi"nin şansı yok. Yaşanan, bilgi ekonomisi paradigmasının dönüşüm sancısı. Nasıl daha önce reel sektör döküntülerini attıysa bu sefer de kurban verme sırası finans sektöründe. Ne yazık ki, bu "küresel dedikodu"nun da desteğiyle, ülkemizde "vesayet altındaki siyaset"in payandası ekonomi bir süre daha vesayet altında kalacak. Zaten seçimler de geliyor! Ama bir düşünün: TMSF'nin batık bankalar dolayısıyla oluşan ve silinen Hazine borcu 93,3 milyar YTL. ile neler yapılabilirdi?

BThaber, s:688, 15-21 Eylül 2008

14 Eylül 2008

Oyunun Kuralı - Bir sonraki ekonomi…

Ekonomide dönüşüm sancıları yaşanıyor. Reel ekonomideki dönüşüm şimdi de finanas sektöründe yaşanmaya başladı. Yeni bir paradigma geliyor.

Bir önceki yazımda küresel krizin bir paradigma dönüşümünün işareti olarak da algılanabileceğini ve 1973 kriziyle başlayıp 1988 kriziyle olgunlaşan bir sürecin zirvesi olarak düşünülmesi gerektiğini iddia etmiştim. Bu, ölçek ekonomilerinin çöküşü, esnek ve geçişken kapsam ekonomilerinin yükselişi, temel ekonomik girdinin ham maddeden bilgiye dönüşmesi sürecidir. Ekonomik ilişkilerin doğası gereği sürecin dönüştürücü etkisi önce reel sektörde görülmeye başlandı, şimdi de sıra finansta.
Dönüşüm henüz tamamlanmadı. Enerji, demir-çelik-bakır, kimya, silah ve gıda sektörleri güç kaybettikçe askeri-endüstriyel kompleksler halinde birleşiyor. Son Kafkas savaşı da bu yeni denge oyununun bir sonucu. Bu hantal devlere oyunda kalma fırsatını veren de küresel finans sistemi oldu. "İnovasyon" adı altında riski yönetmekten çok gizleyen "finansal mühendislik başarısı" şimdi vergi sömürüsüyle ödeniyor. FED'in bu operasyonunu "liberal ideolojinin sönüşü" ve "yeni devlet kapitalizmi" diye selamlayan da öncelikle "yeni askeri-endüstriyel kompleksler" oluyor. Çünkü operasyon ulusal fonları da sömürerek semiren ve artık ulus-devlet kösteğinden kurtulmuş bu komplekslerin işine yarıyor. "Kamu denetiminin sıkılaşması", "küresel finansal sıkıyönetim" adı altında G7 toplantılarında pazarlanan ve ABD'deki son UBS, Merrill Lynch, Citigroup, Wachovia, Morgan Stanley, JP Morgan, Goldman Sachs, Deutsche Bank soruşturmalarıyla rengini belli eden "ayar operasyonu", küresel finansal sisteminin yeni askeri-endüstriyel komplekslerin emrine koşulması hedefini güdüyor.
Peki, ne olacak? Ekonominin kuralları işleyecek! Nasıl 1988 krizinden sonra 1995-2007 arasında ABD ekonomisinde ileri teknoloji ürünlerinin temsil ettiği katma değer imalat sektörü toplam katma değerinin %13,3'ünden %55'ine fırladıysa, nasıl bilgi ekonomisi ölçek ekonomisini yutarak büyümeyi sürdürdüyse, nasıl Enron gibi devler batmaktan kurtulamadıysa, şimdi de finans sektöründe benzeri bir gelişme yaşanacak. "Batamayacak kadar büyük" olduğu söylenen birkaç dev banka batacak, finans sektörü bu kez gerçekten inovasyona yönelecek ve yüzünü reel ekonomiye dönecek. Bu arada da küresel denge oyununu bozacak.
Peki, bizim gibi ülkelere ne olacak?

BThaber, s:686, 1-7 Eylül 2008

25 Ağustos 2008

Oyunun Kuralı - "Kriz" mi, "dönüşüm" mü?

Belki de bu kriz bir "kriz" değil de, bir "paradigma dönüşümü"nün işareti.Oyunun kuralları değişiyor. Paradigma dönüşümü başladı ve durdurulamaz.

Küresel kriz ivmelenerek sürüyor. Bunu "resesyon", "büyük enflasyon", "küresel finansal kriz" olarak adlandıran da var, "kriz" deyip geçen de… 1980'lerde ve 1990'larda daha çok çevre ülkelerini etkileyen krizlerin tersine bu kriz "merkez"de patladı ve oradan küreye yayılıyor. Dolayısıyla "sistemik" olma ihtimali büyük. Bu bakımdan 1929 "Büyük Buhran"ıyla karşılaştırılıyor. Ama bana daha çok birer "değişim işareti" olan 1855 veya 1973 krizlerini çağrıştırıyor. İlki III. Napolyon döneminin sonunu getirip 3. Cumhuriyet'in kuruluşuyla sonuçlanmıştı; ikincisi ise ölçek ekonomilerinin çöküşünü başlatıp bir yanda finans piyasalarını küreselleştirmiş, diğer yanda da bilgi ve iletişim teknolojilerinin (BİT) ekonomik yükselişini tetiklemişti. Yalnızca ekonomik değil, hem siyasi hem de hukuki birer dönüşüm anıydılar.

Belki de bu kriz bir "kriz" değil de, bir "paradigma dönüşümü"nün işareti. Böyle okursak, yaşadığımız dönüşümü 1929 koşullarına benzetmekten çok, 1970'lerde başlayan ve 1988 kriziyle olgunlaşan (yönetişim ilkeleri) bir sürecin zirve noktası olarak görmek mümkün. Bu "kriz", bırakın "finansal" terimini, "ekonomi" kavramının bile içine sığdırılamayacak bir dönüşümün göstergesi. 1973 krizi sonrası verimliliği düşen ve kârlılığı azalan "eski" ekonomiyi bugüne taşıyan yeni küresel finansal sistem olmuştu. Şimdi bu operasyonu gerçekleştirirken zehirlenmesinin bedelini ödüyor. Reel sektörde 1990'larda bilgi ekonomisi paradigmasına doğru yaşanan dönüşümün bir benzeri bugün finansal sistemde yaşanmaya başlıyor. Spekülatif hareketlerle kredi bollaşması yaratan "finansal mimariler" ve risk gizleyen "finansal mühendislik" çöküyor. Askeri-endüstriyel kompleksler için yapıldığı gibi (karşılıksız para/silahlanma döngüsü), şimdilik dev finans kuruluşları da vergi mükelleflerinin hesabına devlet fonlarıyla payandalanıyor (karşılıksız para/spekülatif kârlılık döngüsü). Kimilerini "yeni devlet kapitalizmi geliyor" diye sevindiren bu süreç bir "geçiş dönemi"nden ibaret ve ahlaki çöküntü yaratan müdahaleler sistemi kurtarmaya yetmeyecek. Oyunun kuralları değişiyor. Paradigma dönüşümü başladı ve durdurulamaz.

BThaber, s:684, 18-24 Ağustos 2008

11 Ağustos 2008

Oyunun Kuralı - Politika şart!

2007 yılına kadar ivmelenerek süren büyüme süreci aslında politikaların sonucu değil. Politikasızlık, özellikle de mikroekonomik politikasızlık konjonktürel kaosla birleşince düşüşe geçmemiz de bu sonucu gösteriyor.

OECD'nin son Türkiye Raporu 17 Temmuz'da açıklandı (www.oecd.org/eco/surveys/turkey). Bu raporları şimdiye kadar "imajı bozmadan" geçiştirilmesi gereken sıkıntılar olarak görür, politika önerilerini de kafa sallayarak geçiştirirdik. Bu sefer böyle bir lüksümüz yok gibi görünüyor! Rapor, büyüme hızındaki yavaşlamanın zayıflayan rekabet gücü verimlilik dönüşümüyle artırılmadan çözülemeyeceğini, bunun da uygun makroekonomik politikalar dönüştürücü bir mikroekonomik çerçeve ile desteklenmeden mümkün olamayacağını vurguluyor.

Türkiye politika özürlü bir ülke. Kur-faiz-borsa denkleminde kıvranan bir para politikasıyla dış borç çevrimine koşullanmayı "makroekonomik politika" belleyen bir yönetime alıştık. 2001 krizinden sonra gündeme gelen makroekonomik reformlar, ivme kazanan AB süreci içinde sektörlerin küresel entegrasyonuyla desteklenmeseydi bugünleri göremezdik. Yani 2007 yılına kadar ivmelenerek süren büyüme süreci aslında politikaların sonucu değil. Politikasızlık, özellikle de mikroekonomik politikasızlık konjonktürel kaosla birleşince düşüşe geçmemiz de bu sonucu gösteriyor.

Rapora göre Türkiye emek yoğun sektörlerde rekabet gücünü kaybederken, ithal girdi kullanan sermaye yoğun sektörlerde nispeten iyi durumda. Bu denklemin sonucu, dış ticaret açığının artışı, işsizlikte patlama, yüksek enflasyon ve büyüme sürecinin kesilmesi. Yani, Türkiye'nin makroekonomik çerçeveyi siyasete kurban vermemesi için kamu mali sistemini şeffaflaştırması; Merkez Bankası'nın bağımsızlığına dokunmaması; iş yapma maliyetini düşürecek, girişimciliği destekleyecek bir hukuki düzen oluşturması; kayıtdışı ekonomiyi modern işletmeler yaratacak bir biçimde dönüştürecek, rekabet gücüne ve verimliliğe odaklı, yani inovasyon ve bilgi ekonomisi paradigmasına uygun bir mikroekonomik çerçeveyi ekonominin kalıcı gündemi kılması; ve kaliteli eğitime kaynak ayırarak işgücünü nitelikli hale getirmesi gerekiyor. Bütün bunlar politikasız olmayacak ve bu politikaların ekonomik ve "siyasal" bedeli var! Bu bedeli ödemekten çekinmeyecek bir iktidar var mı? Daha da vahimi: bir "iktidar" var mı?

BThaber, s:682, 4 - 10 Ağustos 2008

02 Ağustos 2008

Oyunun Kuralı - Hukuk ve mantık

Umarım, "vesayet altına" alamayacağımız, yani Türkiye dışından yayın yapan tüm internet sitelerine erişim engellenir! Böylece medyatik ve küresel bir sorunumuz olur da, belki hukukla mantık arasındaki bağı kurarız.

5651 sayılı internet yayıncılığı kanununda internete açık hizmet ve içerikleri barındıran sistemleri sağlayan, işleten gerçek veya tüzel kişiler "yer sağlayıcı" olarak tanımlanıyor. Bu "teknik" tanım, ilgili yönetmeliklerde yer sağlayıcılara Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'ndan (TİB) faaliyet belgesi alması zorunluluğu getirilince hiç de teknik olmayan bir soruna dönüşüyor. Yapılan açıklamaya göre başvuru süresi 24 Temmuz'da doluyormuş ve bu belgeyi almayanların "web sayfalarının internet erişimleri durdurulacak"mış!

Artık internet sansürünün kod adı haline gelmiş olan 5651'i savunmak ve "youtube" gibi medyatik sıkıntılardan kurtulmak için gerek Ulaştırma Bakanı gerekse TİB sözcüleri konuyu bu faaliyet belgesi ile "milli ekonomi"ye bağlamaya çalışıyor: "Adamlar bu ülkede yayın yapıp para kazanıyor, ama buranın kanunlarına uymuyor, kayıtsız kazanç elde ediyor; diğer ülkelerde hem bu belgeyi alıyor, hem de onların dilinde içerik sağlıyor" (Ulaştırma Bakanı'nın açıklaması, Chip dergisi, 06/ 2006, sf. 30). Yer sağlayıcılar "fiziksel olarak yerleşik oldukları" ülkenin yasalarına tabidir. Küresel şirketlerde bu "fiziksel" mevcudiyet birden fazla ülkeye yayılabilir. Yayınlarının ulaştığı her noktanın bin türlü hukuki mevzuatına da tabi olmaları gerektiği fikri ancak bizim aklımıza gelir! Nitekim ne 5651 gibi bir düzenleme ne de tüm yer sağlayıcılara kayıt zorunluluğu bizden başka hiçbir ülkede yok! Dolayısıyla "adamların" diğer ülkelerde bizimki gibi bir faaliyet belgesi falan aldıkları da yok. Sadece kuruldukları ülke dışında bir başka ülkede de "fiziksel" faaliyet gösteriyorlarsa bunun gereğini yerine getiriyorlar.

Bu "benden sorulur" tavrının internet söz konusu olduğunda sökmeyeceği açık. Bakalım 24 Temmuz'da ne olacak? Umarım, "vesayet altına" alamayacağımız, yani Türkiye dışından yayın yapan tüm internet sitelerine erişim engellenir! Böylece medyatik ve küresel bir sorunumuz olur da, belki hukukla mantık arasındaki bağı kurarız. Ama herhalde hukuku "delip" zaman kazanacaklar! Hukuk mantığını kaybetti mi delik deşik olmaya mahkûmdur…

BThaber, s:680, 21-27 Temmuz 2008

16 Temmuz 2008

Oyunun Kuralı - Nereye Türkiye?

Türkiye geriliyor ve kapanıyor. Başta sermaye olmak üzere tüm toplumsal aktörler artık rüştünü ispatlamak zorunda. Vesayetin reddinden başka yol yok. Ne kadar demokrasi, o kadar ekmek! Bürokratik "seçkinler" hariç herkes için!

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin Türkiye hakkında kabul ettiği son karar, AKP'nin kapatılması halinde 2004 yılında çıkarıldığımız "izleme sürecine" yeniden dönmemiz anlamına geliyor. Bu, fiilen AB üyeliğinin gündemden düşmesi kadar, Türkiye'nin seksenli yılların darbe koşullarına döndüğünün uluslararası ilanı da demek oluyor.
Son zamanlarda Dünya Bankası, OECD ve AB hattında gerçekleştirilen birçok çalışma da küme düştüğümüzü tescilliyor zaten. Dünya Bankası'nın 212 ülke ve bölgeye yönelik olarak açıkladığı "Dünya Yönetişim Göstergeleri"ne göre, Türkiye, 1996 ile 2007 arasında "hukukun üstünlüğü" ve "düzenleyici kurumların kalitesi", 2005 ile 2007 arasında da "siyasal istikrar" ve "ifade özgürlüğü ve hesap verebilirlik" alanlarında gerileme kaydetti. Eurostat ve OECD, Avrupa'daki 35 ülke için "satın alma gücü"ne göre 2007 GSYH geçici tahminlerini açıkladı. Türkiye AB 27 ortalaması 100 olan kişi başına milli gelir değeri üzerinden 42 kişi başına hacim endeksi ile 29'uncu sırada yer aldı. Yani geçen yıl hesap oyunlarıyla %35 artırılan kişi başına GSYH'mızın AB-27 ortalamasından %58 düşük olduğu ortaya çıktı! Genişbant, e-hazırlık, bilgi ekonomisi göstergelerine hiç girmeyelim de umudumuz tükenmesin. Türkiye geriliyor ve kapanıyor…
Kapatma davasıyla gündemimizi işgal eden anlayışın istediği tam da AB sürecinin bitmesi ve "biz bize" "eski güzel günlere dönüş" olabilir. Ama bu zihniyete şimdiye kadar utangaç destek vermiş bazı kesimlerin, özellikle de İstanbul sermayesinin bu gidişin kendi rekabetsiz, bol teşvikli güzel günlerine dönüş imkânı sağlamayacağını, tam tersine, ihracatın zayıflaması, yabancı yatırımın kaçması ve sıcak para akışının kesilmesinden en az "rakibi" Anadolu sermayesi kadar etkileneceğini anlamaya başladığını düşünüyorum. Eğer öyleyse, nihayet "burjuva sınıfı" olmaya hak kazanıp kazanamadıklarını, "reşit "olup olmadıklarını ve ne kadar güçlü olduklarını hep birlikte göreceğiz.
Ne kadar demokrasi, o kadar ekmek! Bürokratik "seçkinler" hariç herkes için!

BThaber, s:678, 7 - 13 Temmuz 2008

29 Haziran 2008

Oyunun Kuralı - "Demokratik hukuk"

Toplumsal kesimlerin taraf olmadığı, denetimsiz bir hukuk sadece sosyal adaletsizliği yeniden üretir.

Bu başlığın ardında insan hemen "devleti" kelimesini arıyor. Öyle ya, "demokratik hukuk" ancak "devlet" öznesinin sıfatı olabilir! Bu kez öyle değil. Bu başlıkta hukuk özne, demokrasi de sıfat. Çünkü "demokratik hukuk devleti" dediğiniz zaman, alışkanlıkla araya "laik", "sosyal" gibi sıfatlar da katılıyor, devlet öne çıkıyor, demokrasi ve bu arada hukuk da güme gidiyor!

"Demokratik hukuk" önce bireyin ve toplumun ihtiyacı, devletin değil. Son dönemde hukukun giderek tartışılır olması aslında hayırlı bir süreç. Bu tartışmayı körükleyen olayların pek de hayırlı olmaması buna engel değil. "Hukuk devleti" kavramının kendi başına anlam ifade etmediğini bu tartışmalar sayesinde öğrendik. Şu ünlü "demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" tamlamasının mantık gereği "demokratik olduğu için laik ve sosyal" diye okunması gerekirken, kendini devletin yerine koyan bir kısım "yetkilinin" "laik devleti" korumak adına hukuku anti-demokratik bir araç olarak kullandığına tanık oluyoruz. Böylece hukukun devlete özel bir egemenlik alanı olmaması gerektiğini de yavaş yavaş öğreniyoruz. Beypazarı yargıcı Orhan Gazi Ertekin'in dediği gibi, "'Hukuk devleti' kavramının sınırlarına gelmiş bulunuyoruz. Bu kavramın verimsizliği artık yeni şeyler söyleme zamanı geldiğini gösteriyor ise eğer Türkiye'de hukuk devleti talebi yerine hukuk demokratlaşmalı demeye başlamamız lazım." (Radikal İki, 08/06/2008)

Şimdilik tek tük seslerle başlamış olsa da (Etyen Mahçupyan - 2000, Ahmet Çiğdem ve O. G. Ertekin - 2008) bu tartışmanın verimli olacağı belli. Çünkü hukukun demokratikleşmesi, laik ve sosyal hukuk devletinin asıl teminatı olacak. Çünkü "bireyi dine, devlete ve piyasaya karşı ancak demokratik hukuk korur" (A. Çiğdem, Taraf, 21/04/2008). Çünkü toplumsal kesimlerin taraf olmadığı, denetimsiz bir hukuk sadece sosyal adaletsizliği yeniden üretir. Çünkü bu köşede defalarca dile getirdiğimiz gibi, "bilgi toplumunun hukuksal altyapısı" öncelikle demokratik olmak zorunda. Çünkü geleceğimiz buna bağlı… Hukuk hukukçulara bırakılamayacak kadar önemli...

BThaber, s:676, 23 - 29 Haziran 2008

17 Haziran 2008

Oyunun Kuralı - Bilgi toplumu mu gözetim toplumu mu?

Yıllardır devletin "bilgi toplumu" kavramını içselleştiremediğinden yakındık. Yanıldık. Devletimiz "yönetim sanatının" toplumun bilgisini yönetme sanatı olduğunu kavramış görünüyor!

Son günlerde telekulak haberlerinin gündeme gelmesi yararlı oldu! Mesela "Kişisel Verilerin Korunması Yasa Tasarısı" konusunda istihbarat kurumlarıyla ilgili istisnaların kaygı verici belirsizliği hakkında ne kadar haklı olduğumuz ortaya çıktı. Meclis Adalet Komisyonu'nda görüşülen tasarı ile ilgili olarak MİT, Jandarma ve Emniyet İstihbarat kurumlarının söz konusu istisnaların sınırını daha da genişletmek için yoğun kulis yaptıkları haber oldu. Aynı kurumların çeşitli ağır ceza mahkemelerinden aldıkları ve üç ayda bir yenilettikleri kararlarla son üç yıldır, mobil ve sabit telefon, internet erişim ve iletişim bilgileri de dâhil olmak üzere, tüm toplumun iletişim bilgilerini bir veri bankasında kaydettiği de ortaya çıktı. Bu kurumlarla ilgili kanunlarda değişiklik yapan 5397 sayılı yasanın geçici 2. maddesi, anayasaya ve temel insan haklarına aykırı bu toptan gözetime yasal bir kılıf geçiriyor. Anlaşılan, Kişisel Verileri Koruma Kanunu ile bu geçici yasal kılıf, sağlık, inanç, cinsel tercih vb. özel hayat bilgileri de dâhil edilerek genişletilip sürekli hale getirilmek isteniyor. Buna yine komisyonlarda görüşülen Devlet Sırları Kanunu Tasarısı'nın neyin sır olup olmadığını kamu kurumlarının insafına bırakması eklenince, hakkımızda yapılan fişlemeye karşı herhangi bir yasal güvencemiz de kalmıyor. Bu kanunla zaten pek işe yaramayan Bilgi Edinme Kanunu da kadük hale gelecek. Yeniden gündeme gelen Elektronik Haberleşme Kanun Tasarısı ise, bir sektörel serbestleşme aracı olması gereken Telekomünikasyon Kurulu'nun adını "Bilgi ve İletişim Kurulu" yapıp gözetim toplumunun merkezi düzenleyici kurumuna dönüştürmeyi hedefliyor. Kurum bünyesindeki TİB şu anda zaten bir gözetim, denetim ve sansür aygıtı olarak çalışıyor.

Yıllardır devletin "bilgi toplumu" kavramını içselleştiremediğinden yakındık. Yanıldık. Devletimiz "yönetim sanatının" toplumun bilgisini yönetme sanatı olduğunu kavramış görünüyor! Elbette bu "bilgi yönetimi", toplumu bilgiye yöneltecek değil, bilgiyi devletin tekelinde tutmaya yönelik bir yönetim. "Bilgi toplumu" mu istediniz, alın size "gözetim toplumu"!

BThaber, s:674, 9 - 15 Haziran 2008

03 Haziran 2008

BİLGİ EKONOMİSİ, BİLGİ TOPLUMU, MAHREMİYET VE GÜVENLİK

[Bu bildiriyi, 3 - 7 Ocak 2006 tarihinde yapılan Ankara Barosu Hukuk Kurultayı'nda sunmuştum ve Kurultay kitabında yayınlanmıştı (ANKARA BAROSU HUKUK KURULTAYI 2006, Cilt 4: Bilişim ve Hukuk - Yargılama Hukuku, sf. 25-38, Ankara Barosu Yayınları, 2006, 2. Baskı). Bildiriyi bloguma almamın nedeni, son zamanlarda sıklıkla gündeme gelen dinleme, izleme, fişleme, gözetim haberleri ile ilgili çok temel bir yaklaşımı sunuyor olması. Özellikle hukuk ve siyaset alanındaki yeni gelişmelerle bu konuda yazmayı sürdüreceğim.]


Bilgi Ekonomisi, Bilgi Toplumu ve Hukuk

20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirginleşen küresel ekonomik sistem toplumlar arasındaki ilişkileri ve toplumsal yaşam biçimini dönüştürmektedir. Toplumsal değişimin klasik araçları arasında yer alan ekonomi, medya, uluslararası ilişkiler ve siyaset günümüzde çok önemli bir kavramın etrafında şekillenmekte ve etkinliğini bu kavrama göre belirlemektedir. Bu kavram “bilgi”dir. Bilgi sermayenin, bilgi dolaşımı ise ekonomik faaliyetin temeline yerleşmekte, bir ağ yapılanmasıyla dünyayı kuşatan bu dolaşım, salt ekonomiyle sınırlı kalmamakta, toplumsal ilişkilerin kurduğu ağlara egemen olan etkileşim boyutunun sunduğu katma değerle birlikte gelişmektedir.

Küresel ekonominin yeni kurallarını, ekonomik değerlerin bilgi ve iletişim teknolojilerinde (BİT) yaşanan devrim niteliğindeki gelişim ile artan dolaşım yeteneği belirlemektedir. Bilginin kesintisiz, hızlı ve uluslararası ölçekte entegre ağlar üzerinde dolaşımı ve paylaşımının ekonomik değer yaratması üzerine kurulu olan bir dünyada yaşıyoruz. Bir ülke bu küresel ağ içinde ne kadar değer, yani bilgi yaratır ve bu bilgiyi ağın geri kalanıyla ne kadar eşzamanlı ve uyumlu bir biçimde paylaşırsa, o kadar rekabet avantajına sahip olmaktadır.

Dış ticaret ağları, finans ağları, küresel ekonomik, sosyal ve siyasi karar verme ağları, birbirleriyle senkronize bir bütün oluşturarak, dünyanın ve ulusların kaderini belirleyen tek bir bilgi ağını yaratmaktadır. Bir ülke, tüm ekonomik ve insani potansiyelleriyle, bu ağın içinde ne kadar değer, yani bilgi yaratır ve bu bilgiyi ağın geri kalanıyla ne kadar eşzamanlı ve uyumlaştırılmış bir biçimde paylaşırsa, o kadar rekabet avantajına sahip olur. İş yapmanın küresel kurallarını artık bilginin dolaşım ve paylaşım kabiliyeti belirlemektedir.

Bilgi, artık üretimin en önemli girdisi haline gelmiştir. Bilginin üretimi, işlenmesi, kullanımı, dolaşımı ve paylaşımının insani ve ekonomik kalkınmanın, dolayısıyla da küresel rekabet avantajının temel dinamiği haline gelmesi görece yeni bir olgudur. Bu olgu, “bilgi ekonomisi” kavramıyla konumlanmaktadır. Bilgi ekonomisi, hem mevcut sosyo-ekonomik eğilimlerin bir ürünü, hem de bir ulusal politika seçimi, politik bir hedef ya da vizyon olarak nitelendirilebilir. “Bilgi-temelli ekonomi” ya da yaygın kullanımıyla “Bilgi Ekonomisi”, bilginin ekonomik ve insani kalkınma için etkili bir biçimde kullanıldığı bir ekonomi olarak tanımlanabilir. Nitelikli bilginin yarattığı katma değer üzerinde temellenen bilgi ekonomisinin gelişimi, ulusal ölçekte ekonomik büyümenin sürdürülebilir kılınması ile doğrudan bağlantılıdır.

Bilgi ekonomisinin dört temel direği bulunmaktadır:

1. Yerel ve küresel bilginin ekonominin tüm sektörlerinde yaygın ve etkili kullanımını özendiren, girişimciliği teşvik eden, bilgi devriminin yarattığı ekonomik ve sosyal dönüşümlere izin veren ve onları destekleyen uygun bir ekonomik dürtünün ve kurumsal rejimin yaratılması ve bilgi toplumunun hukuksal altyapısının oluşturulması;

2. Kaliteli eğitim ve yaşam boyu öğrenimin herkesin erişimine açık olduğu, yetenekli, esnek ve yaratıcı insanlardan oluşan bir toplumun yaratılması;

3. Toplumun tüm kesimlerinin erişimine açık, etkili ve rekabetçi bilgi ve iletişim hizmet ve araçlarının oluşturulmasını sağlayan, dinamik bir bilişim altyapısının, tam rekabete açık ve yenilikçi bir bilişim sektörünün kurulması;

4. Hızla büyüyen küresel bilgi stokuna katkıda bulunan, bu stoku yerel ihtiyaçlara uyarlayan, yeni ürünler, hizmetler ve yeni iş yapış tarzlarının yaratılmasında kullanan şirketleri, bilim ve araştırma merkezlerini, üniversiteleri, düşünsel üretim odaklarını ve toplumun tüm örgütlü kesimlerini kapsayacak bir biçimde inovasyon ve girişimciliğin desteklendiği etkili bir ulusal inovasyon sisteminin ve iş ortamının yaratılması…

Türkiye bu dört temel alanda ulusal politika ve stratejilerini oluşturmak ve köklü bir dönüşüm hamlesi içinde sürdürülebilir kalkınma ajandasını bu temeller üzerinde inşa etmek zorundadır. Küresel ticaret ağlarının entegre dünyasında rekabet ediyoruz. Ancak bu ağlarda özgürce dolaşan ve paylaşılan bilgi, ekonomik açıdan katma değer yaratabilir. Ürettiğimiz bilginin küresel ağlardaki dolaşım yeteneği, tüm sektörlerin etki ve kapsamını belirler.

Bilgiyi yaşamın odağına koymuş, ekonomik üretim ve bölüşüm sistemlerini bilgi odaklı yönlendiren toplumlar, yani “Bilgi Toplumları” yeni yüzyılım yönlendirici gücü olacaktır. Bu toplumların ekonomik, siyasal ve uluslararası alanlarda kazandıkları rekabet üstünlükleri ve belirleyici konumları, bu toplumların inisiyatifiyle şekillenecek bir küresel ağ yaratmakta ve bu ağa entegre olmayan toplumlar ne yazık ki bilgi çağının kazanımlarından yeterli derecede pay alamamaktadır.

Ülkemizin oluşan bu küresel ağa toplum olarak entegre olması bir zorunluluktur. Bu ağın dışında kalmanın toplumuza kaybettirecekleri ise bilgi toplumuna geçmek için atılacak adımların görece kısa vadede getireceği maliyetlerle karşılaştırılamayacak düzeydedir. Bu yüzden bilgi toplumunun temel yapı taşlarının oluşturulması ve bilgi ekonomisine işlerlik kazandırılması için bir an önce hızlı adımlar atmak ulusal bir sorumluluktur. Türkiye’de bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna geçiş, hayati bir öncelik taşımaktadır. Bu yüzden de, bilmek, daha çok bilmek ve bu bilgiyi paylaşmak zorundayız. Çünkü ancak özgürce dolaşan ve adil bir biçimde paylaşılan bilgi değer yaratır.

Türkiye’de bilgi ekonomisine geçişin sağlanması ve bilgi toplumuna ulaşılması hedefleri, bilgi ve iletişim teknolojilerini herkesin erişimine açacak bir teknik altyapının yanı sıra, bu hedefleri mümkün kılacak bir hukuksal altyapının ve uygun bir iş yapma ortamının kurulmasına da bağlıdır. Bu altyapının adil ve eşitlikçi olması, insani ve ekonomik kalkınmaya uygun bir ortam yaratması, ülkenin küresel rekabet avantajını desteklemesi ise, hukuk devleti ilke ve normlarına uygun olarak geliştirilmesine bağlıdır.

Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun hukuksal altyapısının oluşturulması amacıyla, e-imza, kişisel verilerin korunması, siber suçlar, bilgi edinme hakkı gibi bir takım yasal düzenlemeler bir süredir siyasi iktidarların gündemindedir. Elektronik imza kanunu ve bilgi edinme kanunu çıkarılmıştır. Ama genellikle Avrupa Birliği’ne uyum zoruyla gündeme gelen bu düzenlemelerin hâlâ merkeziyetçi yönetim paradigmalarıyla ele alınması çözümden çok sorun yaratmaktadır. Asıl sorun kanunlaştırma sürecinin kendisinde yatmaktadır. Bu süreç, şeffaf olmayan, düzenlemelerin etkileyeceği tarafların katılımına ve denetimine kapalı, toplumsal fayda amacı yerine merkezi iktidarın kendini koruma güdüsüyle yönetilen, uluslararası tutarlılık gözetemeyen, kısa vadeli çıkarlarla etkilenmeye açık bir yapıdadır. Hele konu bilgi ve iletişim teknolojileri, inovasyon gibi hukukun uyum göstermekte güçlük çektiği alanlar olunca irrasyonel sonuçlarla karşılaşılabilmektedir. Avrupa Birliği’ne uyum, yalnızca müktesebat alanında değil, kanunlaştırma sürecinin demokratik ve katılımcı bir temelde iyileştirilmesine yönelik Birlik politikası konusunda da gözetilmelidir.

Söz konusu hukuksal altyapı, baskıcı ve olumsuz düzenlemelerden özenle kaçınılarak, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisini teşvik edici olumlu düzenlemelere öncelik verilerek, ilgili tüm tarafların etkin katılımıyla gerçekleştirilmelidir. Bu düzenlemelerin hızla gelişen teknolojiler tarafından kısa sürede işlevsizleştirilmemesi için mümkün olduğunca esnek ve minimalist bir yapıda olması gerekir.

Ayrıca her düzenlemeden önce, söz konusu düzenlemenin kısa, orta ve uzun vadede sosyo-ekonomik açıdan hangi sonuçları vereceğini ortaya koyan kapsamlı “hukuksal risk analizleri”nin de yapılması, toplumsal fayda açısından büyük önem taşımaktadır. Hukuksal Risk Analizi çalışmaları, Türkiye’de uluslararası standartlarda bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun gelişmesine uygun bir hukuksal altyapının geliştirilebilmesi için, söz konusu düzenlemelerin hangi kapsam, çerçeve ve ilkeler uyarınca geliştirilmesi gerektiğini, bu değişikliklerin kısa, orta ve uzun vadede sosyo-ekonomik açıdan hangi sonuçları vereceğini, ayrıntılı ölçüm ve simülasyon teknikleriyle ortaya koyacaktır.

Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun hukuksal altyapısı öncelikle bilginin toplum içersinde üretimi ve yayılımı sürecini hızlandıracak, bilginin vatandaşlar arasında özgürce paylaşımını sağlayacak düzenlemelerden oluşmak zorundadır. Hukuksal düzenlemelerin ruhu, nitelikli bilginin üretimi, üretilen nitelikli bilginin üretim sürecinde yer alan sujelerin hakları korunarak enformasyona dönüştürülmesi ve toplumun tüm kesimlerine ve küresel ağa yayılması, enformasyon niteliğindeki bilginin ekonomik ve toplumsal ilişkilerde bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu paradigmalarına uygun olarak kullanılması ve tüm bu süreçlerde bilgi ve iletişim teknolojilerinin etkin biçimde yer alması olarak özetleyebileceğimiz bilgi toplumu mekanizmaları temel alınarak ortaya konulmalıdır ve bu ruha uygun olarak yapılacak düzenlemeler de birbiriyle entegre ve uyumlu bir bütün olarak kurgulanmalıdır. Bilgi toplumunun önceliği bilgi toplumunun kazanımlarından vatandaşların hiçbir ayrım gözetmeksizin faydalanmasının sağlanmasıdır.

Ancak katılımcı, şeffaf, toplumsal ihtiyaç ve talep odaklı, bilimsel verilere dayalı bir düzenleme süreci ve sürecin devamında gelen ölçme ve değerlendirme çalışmaları, bilgi ekonomisinin ihtiyaç duyduğu hukuksal düzenleme ortamını yaratacaktır.

Bilgi ekonomisinin niteliğine uygun düzenleme alanlarını bilgi ekonomisine uygun bir iş ortamı yaratmak özelinde değerlendirmek gerekirse, bu alanları iş yapma ortamının iyileştirilmesi, kişisel verilerin korunması, bilgi güvenliğinin sağlanması, fikri mülkiyet haklarının korunması ve gerekli teşvik mekanizmalarının kurulması olarak sayabiliriz. Bu hukuksal altyapıda, bir yanda üretim güçlerinin bilgi dolaşımı konusunda ihtiyaç duydukları çağdaş bilgi güvenliği konusu yer alırken, öte yanda tüketicilerin mahremiyet hakkına dayanan kişisel verilerin korunması bulunmaktadır. Mahremiyet ve güvenlik kavramları hukuk devleti ilke ve kuralları çerçevesinde birbiriyle dengeli bir biçimde ilişkilendirilmezse, adil ve demokratik bir iş yapma ortamı da kurulamaz.

“Bilgi”, “Özgürlük”, “Güvenlik” ve “Mahremiyet” İlişkisi

Bilgi güvenliği; bilginin gizliliği, bütünlüğü ve ulaşılabilirliği ihlal edilmeden serbestçe dolaşımının sağlanabilmesidir. Bu bağlamda, “bilgi güvenliği” ve “bilgi özgürlüğü” kavramları iç içe geçmiştir. Bir hukuk devletinde, bilgi güvenliği, özellikle de hassas olarak nitelendirilen kamu bilgilerinin güvenliğinin sağlanması, kamu bilgilerine erişim özgürlüğü ile ilgili olarak yapılacak hukuki düzenlemelerle dengelenmezse, temel hak ve özgürlükler ciddi bir tehdit altında kalacaktır.

“Bilginin sınır tanımadan paylaşılması” ilkesine dayanan ve bilgi ekonomisi paradigmasının da temelini oluşturan bilgi ve iletişim özgürlüğü kavramı, özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızlı gelişimiyle, “özel hayatın gizliliği” anlamında “mahremiyet” kavramıyla belli bir çatışma yaratmıştır.

Bireylerin kişisel mahremiyetlerini koruma, devletten ve üçüncü kişilerden ise bu mahremiyetlerine saygı gösterilmesini talep etme hakkı vardır. Bu husus Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin Özel hayatın ve aile hayatının korunması başlıklı 8. Maddesinde şöyle ifade edilmiştir:

1. Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.


2. Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda, zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir

Özel hayat, bireylerin tüm dış etkilerden ve baskılardan uzak, kendi başına özgürce faaliyetlerini sürdürdüğü ve dokunulmazlığı bulunan yaşamsal bir alandır. Toplumsal bir varlık olan insanın, bir çok faaliyette toplumla birlikte onun bir parçası olarak hareket etmesine rağmen, her bireye kendi kişiliğini tüm saflığı ile yansıtabileceği özel bir alanı anayasal özgürlük olarak tanımak temel insan haklarının gereğidir. Devlet, bireyin bu alan içersindeki yaşantısına müdahale etmemeli ve bu alana karşı dışarıdan gelen saldırılara karşı da bireyi korumalıdır.

İletişim, anayasal bir özgürlük olarak tanınan ve anayasa üstü evrensel hukuk normları ile de korunan düşünce ve ifade özgürlüğünün bir uzantısı olmakla birlikte, özel hayatın sınırları içersinde de yer almaktadır. İletişimin korunmasındaki bu çift yönlü gereklilik, iletişim özgürlüğünün de anayasal ve evrensel platformda tanınmasını sağlamıştır. İletişime yapılacak haksız müdahaleler sadece iletişim özgürlüğünü ihlal etmekle kalmayacak, hakkın doğasındaki ikili yapı nedeniyle düşünce ve ifade özgürlüğü ile özel hayatın korunması ilkelerinin de aynı zamanda ihlal edilmesine yol açacaktır.

Bilgi güvenliği kavramıyla ilgili olarak, 11 Eylül olayları sonrası gelişen konjonktür içersinde ülkelerin terörist faaliyetleri önlemek ve ulusal güvenliği sağlamak amacıyla geliştirdikleri politikalar, bir “olağanüstü hal” durumunu giderek “olağanlaştırarak” yasal düzenlemelerle meşrulaştırmaktadır. Terörist faaliyetlerin önüne geçebilmek için son zamanlarda çıkarılan anti-terör yasalarında yer alan gizli izleme, iletişimin kesilmesi ve denetlemesi hükümleri tüm toplum üzerinde etkili olacak şekilde mevcut hakları kısıtlamaya uğratmaktadır. Özellikle kişisel ya da kurumsal mahremiyet, kişisel verilerin korunması, sansür, baskı, izleme, "terör" tanımı vb. birçok konuda, ABD Anti Terör Yasası veya onun yolundan giden benzeri düzenlemeler önemli bir kaygı kaynağı olarak karşımızda durmaktadır. Sorulması gereken asıl soru, uluslararası hukukun, demokrasinin ve insan haklarının temel ilkelerini, belirli bir tarzda yorumlanmış "olağanüstü koşulların" kuşkulu meşruiyetine kurban verip veremeyeceğimiz sorusudur.

Bu bağlamda, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun gelişimi için zorunlu koşul ve aynı zamanda temel bir insan hakkı olan bilgi ve iletişim özgürlüğü, bireysel mahremiyetin güvencesi olarak kişisel verilerin korunması ve gerek kişi gerekse kamu güvenliği için zorunlu olan bilgi güvenliği kavramlarının hukuk devleti ilke ve kuralları uyarınca dengeli bir biçimde düzenlenmesi şarttır. Bu üç kavramın herhangi birini abartan veya azımsayan bir düzenleme anlayışı temel hak ve özgürlüklerin tümünü tehlikeye sokacaktır.

Kişisel Verilerin Korunması ve Bilgi Güvenliği

Bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişimi kişisel verilerin işlenmesini ve iletilmesini kolaylaştırırken, bu durum aynı zamanda hakkında veri toplanan kişinin kişilik haklarının korunmasının da hukuksal güvence altına alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, kişilerle ilgili bilgilerin bilişim sistemlerinde işlenmesiyle ilgili esas ve usuller düzenlenmeli, bu düzenlemeler uluslararası veri değişimine uygun olmalı, bu esaslara uymayanlar hakkında yaptırımlar getirilmeli, kamu kurumları lehine denetim ve verilerin işlenmesi konularında ayrımcılık yaratacak nitelikte istisnalar tanınmamalıdır.

Bunlar yapılırken AB direktiflerine uygun bir çerçeve gözetilerek kişilik haklarının korunması ve yasal güvencelerin sağlanması esas alınmalıdır. Kişisel Verilerin Korunması hususunda yapılacak düzenlemelerde Avrupa Konseyi, OECD, Avrupa Birliği gibi uluslararası ve uluslarüstü platformlarda geliştirilen politikalarla da uyum gözetilmek zorundadır.

Kişisel verilerin, maddi ceza hukuku ve usul hukuku alanlarında temel hak ve özgürlükleri gözetecek bir biçimde korunmasının sağlanması gerekir. Ayrıca Kişisel Verilerin Korunması ile ilgili özdenetim mekanizmaları, alternatif korunma yöntemleri ve kişisel verilerin korunması ile ilgili uygulamaya yönelik çözümlemeler de geliştirilmelidir. Kişisel Verilerin Korunması Hakkında Kanun Tasarısı, bu ilkeler doğrultusunda yeniden ele alınarak acilen yasalaştırılmalıdır.

Bilgi Ekonomisi içersinde iş yapma ortamı, sadece bilgi ekonomisinde katma değer yaratan girişimcilerden ibaret değildir. Bilgi ekonomisi ürün ve hizmetlerinin yöneldiği tüketicilere de gerekli hukuksal güvenceler tanınmalıdır. “Kişisel verilerin korunması” mekanizmalarının etkin kılınması bu güvencelerin başında gelmektedir. Kişisel verilerin gerek özel sektör gerekse de kamu kesimi tarafından işlenmesinde belirli standartların, ilke ve kuralların getirilmesi hem sayısal ortamda mahremiyeti sağlayacak etkin bir hukuksal korunmanın kapısını aralayacak, hem de tüketicilerin elektronik ortamda güvenle işlem yapmalarının elektronik imzanın yanı sıra bir diğer güvencesi olacaktır.

Bu bağlamda, AB direktiflerine uygun bir çerçeve gözetilerek kişilik haklarının korunması ve yasal güvencelerin sağlanması esas alınmalıdır. “Kişisel Verilerin Korunması Kanun Tasarısı”, yukarıda konumlanan Avrupa Birliği standartlarına uygun bir kanunlaştırma yaklaşımı çerçevesinde tartışmaya açılarak ve bilgi ekonomisinin temel yapı taşının bilgi olduğu da göz önünde bulundurularak bir an önce kanunlaştırılmalıdır.

Bununla birlikte özellikle devletin elinde bulunan, ancak mevcut tasarı ile yeterince korunmayan kişisel veriler konusunda da tasarıda gerekli değişikliklere gidilmelidir. SPAM, veri madenciliği (data mining) gibi kişisel mahremiyeti ihlal eden ve kişisel haklara tecavüz teşkil eden fillerin özellikle sektörel öz-düzenleme mekanizmaları ile desteklenerek “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu” çerçevesinde ele alınması gerekmektedir.

Adalet Bakanlığı’nın Başbakanlık’a sevk ettiği “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Tasarısı”na göre, “kişisel veriler hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olarak işlenecek, belirli, açık ve meşru amaçlar için toplanacak; kişilerin ırk, siyasi düşünce, din ve mezhep bilgileri, dernek üyelikleri, sağlık bilgileri ile mahkûmiyetlerine ilişkin veriler kayıt altına alınamayacak; bir şahısla ilgili bu tür bilgiler toplanırken, o kişinin rızası istenecek”tir. Ayrıca şikâyetlerin incelenmesi ve denetimin sağlanması için bağımsız bir “Kişisel Verileri Koruma Yüksek Kurulu” oluşturulması öngörülmüştür. Ancak tasarıda, genellikle “fişleme” olarak tabir edilen kamu otoritesi tarafından kişisel verilerin kayıt altına alınmasıyla ilgili olarak bazı istisnalar da yer almaktadır. Düzenlemenin en çok tepki çeken ‘istisnalar’ kısmına göre, ilgili kurumların güvenlik, kamu düzeni, suçun önlenmesi ve devletin ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda kuralların dışına çıkabileceği belirtilmektedir. AB mevzuatına uyum kapsamında hazırlanan bu tasarıda yer alan istisnaların kapsamı çok geniş ve belirsiz tutulmuş durumda olduğu için, kanunun kişisel mahremiyet hakkına yönelik suiistimalleri önlemekte yetersiz kalacağı söylenebilir. Tasarı bu bağlamda ilgili tarafların tartışmasına açılarak yeniden ele alınmalıdır.

Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna geçiş için gerekli hukuksal altyapının en önemli alanlarından bir başkasını ise, “bilgi özgürlüğü” kavramıyla çelişmeyecek bir biçimde geliştirilmesi gereken “bilgi güvenliği” ile ilişkili hukuksal düzenlemeler oluşturmaktadır. Bu düzenlemeler, gerek ceza kanunlarıyla gerekse sıklıkla gündeme gelen “ulusal bilgi güvenliği” ile ilgili kanunlaştırma çalışmalarıyla ilgilidir.

Bilgi Ekonomisi firmalarının özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerini etkin ve yoğun olarak iş süreçlerinde kullanmaları, bilgi ekonomisi ürün ve hizmetlerinin dağıtımında ağın çok önemli bir işlev yüklenmesi ağ güvenliği ve bilgi güvenliği konularını gündeme getirmektedir. Kâğıt temelli, makine gücü yoğun, sanayi devrimi mekanizmaları ve süreçlerini temel alarak kurgulanan iş dünyasına yönelik hukuksal düzenleme enstrümanları, bilgi ekonomisin yeni iş süreçleri, gayri maddi ürün ve hizmetleri kapsama almakta zorlanmaktadır.

Bu durum kimi zaman hukuksal yorum sorunu olmasına rağmen kimi zaman da özel düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Bu ihtiyaçlardan en önemlisi sayısal ortamda gerçekleştirilen işlemleri hukuk sistemi içersinde koruma altına alacak elektronik imza yasalarıdır. Elektronik imza yasaları içersinde öngörülen mekanizmalar yoluyla sayısal ortamda gerçekleştirilen işlemlere hukuki korunma sağlanırken aynı zamanda teknik açıdan bu işlemlerin kökeninin tespiti, gizliliği, bütünlüğü ve inkar edilmezliği sağlanmaktadır. Hassas bilgilerin tanımlanmasında uluslararası standartlar ve güncel gereksinim ve değişiklikler göz önünde tutulmalıdır. Sayısal güvenlik ve elektronik imza konusunda altyapıyı oluşturmak ve uygulamaları geçerli kılmak için gereken çalışmalar, uluslararası uyum gözetilerek tamamlanmalıdır. Yeni ceza kanununda bilgi güvenliği ile ilişkili düzenlemeler, ancak böyle bir altyapıyla anlam kazanacaktır.

Bilgi güvenliğinin, özellikle de “hassas” olarak nitelendirilen kamu bilgilerinin güvenliğinin sağlanması konusu, kamu bilgilerine erişim özgürlüğü anlamında bilgi özgürlüğü ile ilgili hukuki düzenlemelerle dengelenmek zorundadır. Çünkü bu konuda dengesizlik, sınırları yasal olarak çizilmemiş bir “devlet sırrı” kavramının vatandaşların kamuya ait bilgilere erişim özgürlüğünü sürekli olarak erozyona uğrattığı hukuk dışı bir ortam yaratmasıyla sonuçlanacaktır. Bilgi güvenliği ve bilgi özgürlüğü kavramlarının hukuk devleti ilke ve normlarına uygun bir çerçeve içinde yer alabilmesi için, bu konuda referans oluşturabilecek bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bunlar, “bilgi edinme hakkı” ve “ulusal bilgi güvenliği” ile ilgili düzenlemelerdir. Temel hak ve özgürlükleri tehlikeye düşürebilecek keyfi yorumların önüne geçilebilmesi için, öncelikle bu iki konunun birbirlerini dengeleyen bir biçimde ve bir “olumlu düzenleme” bağlamında ele alınması gerekmektedir.

Bu bağlamda “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu” ile getirilen istisnaların kapsamı daraltılmalı, vatandaşların kendisiyle ilgili bilgilerin yanı sıra, her türlü bilgiye erişiminin yolunu demokratik katılımı sağlayacak bir biçimde açacak düzeltmeler yapılmalı; bilgiye erişim hakkını koruyacak mekanizmalar işletilmeli ve yenileri kurgulanmalıdır. Bu yaklaşımı dengeleyecek bir biçimde, “Ulusal Bilgi Güvenliği Kanunu” da hukuk devleti ilke ve normları uyarınca, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna geçişin yolunu açacak bir olumlu düzenleme yaklaşımıyla kanunlaştırılmalıdır.

Devletin yurttaşlarıyla kulluk temelinde bir ilişkiyi dayatmasının ve kendini yüceltmesinin bir göstergesi olan gizlilik tavrı, genellikle “ulusal güvenlik” gibi “hassas” gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılmakta ve aslında “yurttaşlara duyulan güvensizliğin” en temel ifadelerinden biri olmaktadır. Bilgi özgürlüğü ile ilgili hukuksal çerçeve, ulusal bilgi güvenliği konusunda açık bir hukuksal yaklaşımla dengelenmelidir. Ancak, bu noktada ulusal egemenliğin koruma altına alınması amacı temel gerekçeyi oluşturmalı ve ulusal bilgi güvenliği ile ilgili düzenlemeler, aslında ulusal güvenlikle ilgili hassas bilgilerin uluslararası standartlarda ve çağdaş dünyanın gereklerine uygun olarak sınıflandırıldığı bir yasal çerçeve sunmalı, yurttaşlardan bilgi kaçırmanın, devleti kapalı bir devreye dönüştürmenin ya da onları fişleyerek, denetleyerek, izleyerek temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmanın aracı kılınmamalıdır.

Sonuç

Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumu paradigmalarının temel ilkesi bilginin sınır tanımadan paylaşılmasıdır. Bilgi ve iletişim teknolojileri alanındaki yasal düzenlemelerin temel amacı bilginin paylaşılması önündeki engelleri kaldırmak, bireyleri bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanmaya teşvik etmek olmalıdır. Bireysel mahremiyet hakkı, bilgi özgürlüğü ve bilgi güvenliği, bu ilke ile tutarlı ve birbirleriyle dengeli bir biçimde hukuksal güvence altına alındığında, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumunun gelişimine uygun bir hukuksal altyapının da temelleri atılmış olacaktır.

Bu altyapının oluşturulması, ülke refahı açısından da hayati bir öncelik taşımaktadır. Çünkü küresel bilgi ekonomisinde Türkiye’nin rekabet avantajlarının artırılması, bilgi ekonomisine uygun bir iş yapma ortamının, bunu mümkün kılacak etkili ve verimli bir kurumsal rejim ve hukuksal altyapının oluşturulmasına bağlıdır. Bu hedef, özel ve kamusal girişimlerin doğru bir temelde etkileşimiyle, hükümet, iş dünyası, akademi, sivil toplum kuruluşları ve toplumun en geniş kesimlerinin katılımını mümkün kılan bir yönetişim modeliyle mümkün olacaktır. Bilgi ekonomisi ancak ilgili tüm tarafları içine alan etkin ortaklıklarla gelişebilir.

Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna geçişin hukuksal altyapısının, tüm yasal ve ikincil düzenlemelerin saydam ve katılımcı bir süreç içersinde oluşturulmasıyla, kısıtlayıcı düzenlemeler yerine hak ve sorumlukları açıklıkla belirleyen ve toplumsal faydayı gözeten, uygulanabilir ve sonuçları ölçülebilir bir yapıya sahip olması gerekir. Kurulacak hukuksal düzenleme ortamı ve kurumsal çerçeve, bilgi ekonomisine uygun, bilginin paylaşımının kolaylaştırıldığı, bilgi paylaşımının ucuz ve olanaklı olduğu ve bireysel veya kurumsal rekabetin yasal çerçeveler içerisinde üst düzeye çıkarıldığı bir yapıya izin vermelidir.

Bilgi toplumu ve bilgi ekonomisinin hukuksal altyapısını oluşturacak düzenlemeler, mevcut hukuk sistemi ile bütünleşmiş, uygulanabilir, bilgi toplumu ve bilgi ekonomisinin kurumlarını ve felsefesini koruyarak ileriye doğru götürecek nitelikte olmalıdır. Düzenlemeler özellikle ülkemizin mevcut durumuna özel çözümlemeleri, bilgi ekonomisine geçiş ve bilgi toplumunun oluşturulması hedeflerinin gerçekleştirilmesini sağlayacak mekanizmaları bünyesinde barındırmalıdır. Bu durum, bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna yönelik düzenlemelerin sadece Avrupa Birliği’ne uyum veya ülkemizdeki mevcut düzenlemelere kaynak teşkil eden ülkelerdeki değişimlerin hukuk sistemimize uyarlanması gibi amaçlarla gerçekleştirilmemesi gereğinin de bir ifadesidir. Bilgi Ekonomisini yerleştirmek, Bilgi Toplumu paradigmalarını toplumun tüm kesimlerine yaygınlaştırmak, düzenlemelerin ruhunun yerel ve küresel gerçeklikleri yansıtacak ve bu olguları içerecek şekilde tasarlanması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Hukuk böylelikle hem istenilen hedeflere ulaşılmada önemli bir yol haritası olacak, hem de hedeflere doğru çizilen yolda teşvik edici, koruyucu ve sosyo-ekonomik dengeyi sağlayıcı rolünü bir kez daha güçlü bir şekilde ön plana çıkaracaktır.

Bu yol haritasında öncelik, vatandaşların bilgi ekonomisine güven duymalarını ve bilgi toplumu içinde adil ve eşit fırsatlara sahip olmalarını mümkün kılacak, birbiriyle ilişkili biçimde bireysel mahremiyeti koruyan, bilgiye erişimi güvence altına alan, bilgi güvenliğini sağlayan ve bunları dengeli bir şekilde yapan hukuksal düzenlemelerdedir.

Tüm bu hususları bünyesinde taşıyan düzenlemelerin yapılmasında öncelikle demokratik hukuk devletinin de bir gereği olarak çoğulculuğun ve katılımın düzenleme süreçlerine yansıması gerekmektedir. Bilgi ekonomisi ve bilgi toplumuna dönük yönetsel paradigmaların temelindeki ağ yönetişiminin kanunlaştırma süreciyle olan ilişkisi de katılım ve paydaşlık temelinde konumlanmalıdır. Bu durum gerek hukuk devleti ilke ve kuralları ile gerekse de düzenleme süreçlerinin şeffaf, etkili ve katılımcı bir yapıya kavuşturulmasında en uygun yaklaşım olacaktır.