26 Kasım 2007

Toplum devlete, bilgi toplumu da e-devlete kurban olsun!

Güncelleme indiremiyoruz, işletim sistemi kökü dışarıda diye kabul etmiyor. Küresel ağlarla bağlantımız kesiliyor, yazılımlar anlaşamıyor, güvenlik duvarı izin vermiyor… Cumhuriyetin 1. sürümünde takılıp kalmışız!

Bilgi ve iletişim teknolojileri ile ilgili politikaların "geleneksel gündem" oluşturduğu aylardayız. Zirveler, kongreler, konferanslar birbirini izliyor. Mesela, "İnternet Konferansı"nın on ikincisi yapıldı. Gündem gelenekselleşti, ama konuşulanlara ve taleplere bakılırsa çözümsüzlük de gelenekselleşti. Hala "bilgi toplumuna nasıl yöneleceğiz" diye soruyoruz! Hala "bu işin bir bakanlığı mı olsa" diye tartışıyoruz! Bu soruların, tartışmaların muhatapları her zaman olduğu gibi günü kurtarmaya çalışıyor. Aralarındaki iktidar mücadelesinden fırsat bulduklarında aldıkları e-devlet ödülleriyle övünmekten de çekinmiyorlar. Toplumu devlete kurban etme ezberlerini bilgi toplumunu e-devlete indirgeyerek gösteriyorlar. Faaliyette bulundukları bu tek alanda bile OECD, AB karnelerinde düşük notlar alıyorlar, ama kimin umurunda?

Bu arada bizler de her sonbahar aynı konuları tartışıp sesimizi duyurmak için cebelleşiyoruz. Ama kime konuştuğumuz da pek belli değil. Hükümete mi, bürokrasiye mi konuşacağız? Nerde bu iktidar! Nerde bu iktidar! Belki de hep beraber toplanıp, bütün çatışmalı iktidar odaklarının bir arada olduğu bir platforma, yani Milli Güvenlik Kurulu'na başvurmalıyız! İşe yarar mı dersiniz? Dinlerler mi? Emir demiri keser mi?

Cumhuriyetin 1. sürümünde takılıp kalmışız. Yamalar açıkları artırıyor, güncelleme indiremiyoruz, işletim sistemi kökü dışarıda diye kabul etmiyor. Küresel ağlarla bağlantımız sık sık kesiliyor, ya yazılımlar anlaşamıyor ya da güvenlik duvarı izin vermiyor…

Bu absürd sayıklamalar bir yana, bunca yıldır bir arpa boyu yol gidememişsek, bu meseleyi doğal olarak dert edinmiş olan taraflarda, sektörde, bilişim sivil toplum kuruluşlarında, meslek örgütlerinde, akademilerde hiç mi kabahat yok? Bir sektörün "stratejik" olabilmesi için öyle davranması gerekir! Haydi, "iş dünyası" işini şu ya da bu şekilde görmeye odaklanmış, stratejiyle "işverenlerini" ürkütmek istemiyor, diyelim; peki STK'lar, akademi ne yapıyor? Zirve, konferans düzenliyor, rapor yazıyor, demeç veriyor…

Ama olmuyor işte! Eylem gerekiyor. Birlik gerekiyor, katılım gerekiyor, yüksek ses gerekiyor, "muhatap" olmak gerekiyor! Madem bu sektörün stratejik olduğuna inanıyoruz, o zaman sektör dışındaki güçlerle konuşup anlaşmak gerekiyor… Başka türlü kim dinler ki sizi? "Hacminiz kadar konuşun" derler, diyorlar da. Hacmimizin ne kadar olduğu da malum! Oysa hayatın her alanına sirayet etmiş durumdayız. Gücümüz buradan geliyor. Güçle konuşsak, o zaman dinlerler.

Şimdi durup, bir araya gelip kendi stratejilerimizi gözden geçirmenin zamanı. Yoksa bir on beş yılı daha böyle tüketiriz…

BThaber, s:646, 19 - 25 Kasım 2007

15 Kasım 2007

Cumhuriyet, demokrasi ve ekonomi

Ekonomimizi bilgiyle, demokratik iradeyle, katılımcı uzlaşıyla yeniden biçimlendirip düze çıkmak ve refahı paylaşmak dururken, artık usandığımız bu müsamereyi tekrar seyretmenin ne gereği var?


Cumhuriyet'in 84. yılını "kutladık". 84 yıl az zaman değil. Ama hakkımızda hiçbir şey bilmeyen ve dışarıdan bize, gündemimize, başımıza gelenlere bakan biri, cumhuriyeti daha yeni kurduk sanır! Bunca yıl geçmiş, biz hala rejimi korumaya ve kollamaya çalışıyoruz. Demokrasiyi cumhuriyetin en büyük tehdidi olarak algılıyoruz. Halka güvenmiyoruz, demokrasi için "olgunlaştığını" düşünmüyoruz. Otoriter baba hala başrolde…

Son seçimler ve referandum halkın talebinin demokrasi olduğunu net bir biçimde gösterdi. Ne oldu? Savaş tamtamları çalmaya, korku üretimi hızlanmaya, "milli hassasiyetler" kızıştırılmaya, ırkçı "refleksler" özenle kurgulanmaya başladı. Her yerde "hainler" görür olduk. Yine kendimizden başka "dostumuz" kalmadı. İçimize kapanmaya itiliyoruz. Gözlerin "sınır ötesi"ne çevrildiğine bakmayın. Asıl hesap içeriye yönelik. Biz bize kalalım ki, yetmiş yıllık "iktidar tiyatrosu" bir kez daha payandalarla, derme çatma dekorlarla, klişe senaryolarla sahnelenebilsin! Mümkün mü? Sınırlar bu kadar geçirgen, dünya bu kadar küçükken, mümkün mü? Değil elbette, ama bu oyunu sahneleyenlerin aklı iktidar hayaline zincirlenmiş olduğu için gözleri bir şey görmüyor…

Peki, ne olacak? Bilmiyorum. Bana bir kez daha akıl tutulacak, hayatlar sönecek, umutlar kırılacak, değerler kaybolacak, enerji kaçacak ve çok değerli zaman heba edilecek gibi geliyor. Buna katlanacak gücümüz kaldı mı?

Demokrasi olmadan cumhuriyetin ne anlam taşıdığını yüksek sesle sormanın zamanı değil mi? Cumhuriyetin öncelikle fırsat eşitliği olduğunu, özde eşitlik için devletin bir hukuk devleti olarak tanımlanması gerektiğini, bunun da demokrasiyi zorunlu kıldığını ilan etmenin zamanı gelmedi mi?

Coğrafyamız "cumhuriyetlerle" çevrili. Devlet başkanlarının soyadları hep aynı olan, ordu, istihbarat, bürokrasi üçgeniyle yönetilen, milli geliri yerlerde sürünen bu "otoriter cumhuriyet"lerden biri olmaktan bizi alıkoyan ne? Bu soruya birçok cevap verilebilir. Ama bu cevapların tümünde "ekonomi" sözcüğü bir biçimde geçer. Türkiye "büyük" bir ekonomi. Dolayısıyla küresel hesapların içine dâhil edilmek zorunda. Ama bu, "güçlü" bir ekonomi olduğumuz anlamına gelmiyor maalesef. Pazar olarak, iletken olarak, etken olarak önemli bir ekonomiyiz. O "otoriter cumhuriyetler" gibi bir "kaynak ekonomisi" de değiliz. Dolayısıyla kaynaklarımızı kontrol etmekle yetinemezler. Ama ekonomimizi kendimizin kontrol etmesine de pek izin vermek istemezler. İçinde debelendiğimiz oyunun adı bu işte!

Cumhuriyete "ihanet" edenlerin aslında kimler olduğu açıkça ortada değil mi? Oysa tam da bir fırsat yakalamıştık! Halkın iradesinin demokrasiye yöneldiği, fırsat eşitliği ve adil paylaşım temelinde refah talebini yüksek sesle dile getirdiği bir fırsat… Ekonomimizi bilgiyle, demokratik iradeyle, katılımcı uzlaşıyla yeniden biçimlendirip düze çıkmak ve refahı paylaşmak dururken, artık usandığımız bu müsamereyi tekrar seyretmenin ne gereği var?

BThaber, s:644, 5 -11 Kasım 2007