27 Ağustos 2007

Demokrasi sınavı

İktidarın önündeki demokrasi sınavının telafisi yok. Ya geçer ya kalır.


Ülkenin geleceğinin tasarlanması ile ilgili ulusal politika ve stratejilerden hala medet umanlar, seçim sonrası dönemlerde genellikle depresyonla umut arasında gidip gelirler. Yanlışların düzeltileceği, doğruların rafa kaldırılmayacağı, ulusal kaynakların heba edilmeyeceği, akıl ile iradenin buluşacağı yeni bir dönemin umudu ile, her şeyin eskisi gibi olacağı, çok değerli zaman harcanacağı için eskisinde de beter olacağı yolunda tecrübeyle sabitlenmiş beklentinin yarattığı bir depresyon arasında…

Çünkü her iktidar önemli konularda "sil baştan" yaparmış gibi görünmeyi sever. Meşruiyetini sorgulamanın sağlığa zararlı olduğu bazı konular dışındaki işlerde "muktedir" görünmenin yolu budur. Sürekliliğin hüküm sürdüğü tek yer devletin gündelik işleyiş mekanizmalarıdır. Aşırı merkeziyetçilik saplantısıyla işlemez hale gelmiş, bir "merkez" olmadığı için de bölük pörçük yürüyen, ancak "günü kurtaran" işler devam ettirilir. İktidarlar bu "bürokratik hantallığı" yerden yere vururlar, ama bu hantallığın bir parçası olmanın "iktidarın nimetlerinden" yararlanmak anlamına geldiğini de pek iyi bilirler.

Bu seçimde ne oldu? İktidar değişmedi. Yetkisini paylaşacağı bir koalisyon zoruyla da karşılaşmadı. Tam tersine meşruiyetini sağlamlaştırdı. Bu yetkiyi "yandaşlarından" da almadı. Halkın demokrasi talebi ile seçilmemişlerin iktidarını tasfiye etmesinin bir sonucu bu iktidar. Bu meşru talebe cevap veremezse meşruiyetini kaybedecek bir iktidar var artık. İşte bu çok iyi. Üstelik 1950'de ya da 1983'te de değiliz.

Nihayet geleceğimizi, ama hepimizin, tüm tarafların ortak geleceğini tasarlayacak politikalar geliştirip bu temelde üretilecek stratejileri kararlılıkla uygulayabiliriz değil mi?

Ama iktidar kendisine emanet edilmiş bu demokratik gücü, seçilmemiş elitlerin ve bürokratik mekanizmaların tasfiyesi için kullanıp da ortaya çıkacak yönetsel boşluğu başka, "kendinden yana" ve yine bir o kadar arkaik mekanizmalarla doldurmaya kalkarsa? Bu da birçok kez tecrübe edildi. Geçtiğimiz dönemde bu iktidarın demokrasi sınavında bütünlemeye kaldığını da çok gördük. Eğer bilgi toplumu, bilgi ekonomisi gibi konularda bürokratik mekanizmaları ele geçirme gibi gizli bir ajandaya bağlı olup olmadığını bilmediğimiz aşırı kamu odaklı stratejik yaklaşımlarda, taraflar arasında eşitsizlik yaratan yönetişim kaçkını tavırda, STK kullanımıyla yürütülen imaj operasyonlarında, olumsuz hukuksal düzenlemelerde süreklilik göreceksek, kalsın. Ama eğer e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu'nu adına yakışır bir şekilde ve tüm tarafların karara ortak olduğu bir temelde işleteceklerse, politikasız, stratejisiz başlanmış bazı olumlu işlerde süreklilik, yanlışlarda revizyon, mantıkta gerçek bir dönüşüm ve ciddi bir ulusal sıçrama hedefleyeceklerse, hepimiz varız.

İktidarın önündeki demokrasi sınavının telafisi yok. Ya geçer ya kalır. Bizim zamanımız kaldı mı, orası ayrı bir sorun…

BThaber, S:634, 20-26 Ağustos 2007

16 Ağustos 2007

Evrenin Yeni Belleği: Sanal Kitaplık


“Web, ışıkları yanmayan ve bütün kitapların yerde yığılı olduğu bir kitaplığa benziyor…”

Gerry McGovern [1]


İskenderiye Kitaplığı’ndan, hatta belki de en başından beri, kitaplıklar bellek ile ilişkilendirilmiştir. “Çok sayıda cilt toplanmalıydı çünkü görkemli kütüphanenin amacı insan bilgisinin tümünü bir yere toplayabilmekti. Aristoteles için kitap toplamak bilim adamının çalışmalarından biriydi ve bir ‘anımsatma aracı olarak’ gerekliydi. Öğrencilerinden biri tarafından kurulan kütüphane ise genişletilmiş bir türdü: bu ‘Evrenin Belleği’ olacaktı.”[2]

Kitap hep bellek taşıyan bir ortam olarak görülmüştür. Bu düşüncenin uçları, Borges’in “Babil Kitaplığı”nın hayali “merkez”lerinden birinde buluşturulabilir. “Letizia Alvares de Toledo, engin Kitaplık’ın yararsız olduğunu gözlemlemiş: açık söylemek gerekirse, tek cilt, genel düzene uyan, dokuz ya da on kadrata dizilmiş, sonsuz sayıda, sonsuz incelikte yaprağı olan tek cilt yeterliymiş. (Onyedinci yüzyılın başlarında Cavalieri, som gövdelerin tümünün sonsuz sayıda düzlemlerin eklentisiyle oluştuklarını söylemişti.) Gerçi bu ipeksi vade mecum’u taşımak kolay olmazdı: görünen her sayfa benzerlerine açılırdı: düşünülemeyen orta sayfanın da arkası olmazdı.”[3]

Kitap ile bellek ilişkisi, kağıdın kaynağına, ağacın dokusuna, köklerine dek sürülebilir. Boş kağıdın, orada yazılı olabilecek her şeyin muhtemel toplamını içerdiğini ileri süren yazarlar çıkmıştır. Bu “toplam yazı”nın evrenin ta kendisi olduğuna inanan tarikatlarla doludur tarih: Tanrı, geçmişin, bugünün ve geleceğin belleğini taşıyorsa, evreni yarattığı alfabe belleğin toplamına eşit ve sonsuzdur.

Kitap, bellek olarak kağıt ortamını kullanan bir bilgi mekanıdır. Basılı yazının çizgisel ve artzamanlı mekanı. Kitabın, bellek olarak kağıttan daha “yumuşak” bir ortamı, “bit”lerin[4] elektronik ortamını kullanan yeni bir türü, yazının bu kez ne çizgisel, ne de artzamanlı olan bir başka mekanını ortaya çıkartmıştır: elektronik kitabın bilgi hipermekanı.

Ağaç dokusundan silisyum temelli silikon çiplere kitabın yaşadığı bu dönüşüme, kitaplıkların dönüşümünün eşlik etmemesi düşünülemez. Aslında kitaplıklar elektronik ortamla kitaplardan daha önce tanışmışlardır. Kitaplık düşüncesinin doğuşundan beri çok çeşitli konuda çok sayıda kitabı okuyucu için erişilebilir kılmak adına geliştirilen katalog, kart vb. arama sistemleri, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin sunduğu kapsamlı, hızlı ve esnek sınıflandırma yeteneklerinin çekimiyle yavaş yavaş elektronik ortama taşınmıştır. Katalogları ve arama motorlarını elektronik ortama aktarılan kitaplar izlemiştir.

Birer enformasyon mekanı olan kitapların mekanı olarak Kitaplık, enformasyonun mekansal metaforu olmanın da ötesinde saf enformasyon mekanı haline dönüşmeye başlamıştır. Enformasyon dolaşımı üzerine kurulmuş, maddesel-olmayan, akışkan ve esnek bir ağ mekanı.

Elektronik kitaplar ve sanal kitaplıklar, yazılı kültürümüzün yeni bir evresine mi işaret ediyor, yoksa bitişine mi? Bu soru farklı bağlam ve niyetlerle bir çok kez sorulmuştur. Henüz cevabı belli olmayan bu sorunun çözümü, belki de gizlediği değişim göstergelerinde yatmaktadır. “Sözel olandan yazılı olana –Sokrates ve izleyicileri tarafından uyarıyla karşılanan- tarihsel geçiş, entelektüel işleyişin kurallarını da tamamen değiştirdi. Yazılı metinler dolaşıma sokulabilir, incelenebilir ve notlarla zenginleştirilebilirdi; bilgi istikrarlı bir temele oturabilirdi. Yazılı olandan mekanik baskıya geçiş ve buna bağlı olarak okuryazarlığın halk arasında yayılışı, çoğu kişi tarafından Aydınlanma’yı mümkün kılan şey olarak gösterilir. Ve şimdi de bilgisayarlar, bir anlamda uygulanmış akılsallığın kusursuz örneği olarak, basılı sözcüğün otoritesini sarsıp, bizi spiralin farklı bir bölgesinde de olsa, sözel kültürleri karakterize eden süreç odaklılığa geri döndürüyorlar.”[5]

Aslında kağıt üzerindeki yazıyla ekrandaki yazı arasında belli bir süreklilik ilişkisi de mevcuttur. İnsanlar bilgiyi gelecek kuşaklar için erişilebilir kılmak için yazıyı, bilgi temelli bir iletişim teknolojisi olarak kullanmışlardır. Antik Yunan’ın “alfabetik zihni”, bir teknolojik paradigma dönüşümünün ürünüdür. “Benzeri tarihsel boyutlara sahip bir teknolojik dönüşüm de 2700 yıl sonra meydana gelmiştir, yani farklı iletişim tarzlarının etkileşimli bir ağ yapısıyla bütünleştirilmeleri. Bir başka deyişle, Üst-Metin ya da bir Üst-Dilin ortaya çıkışıyla, tarihte ilk kez, insan iletişiminin yazılı, sözel, görsel-işitsel tarzları tek bir sistemle bütünleştirilmiştir. (…) (Gerçek ya da ertelenmiş) seçili bir zamanda erişimi herkese açık küresel bir ağ içerisinde bir çok noktada etkileşime giren metin, imge ve seslerin aynı sistemde olası bütünleştirilmeleri, iletişimin niteliğini temelden değiştirmiştir.”[6]

Belleği kayda geçiren yazı, aynı zamanda belleğin yıkımını getireceği iddiasıyla eleştirilmiştir, tıpkı bugün elektronik ortam için ileri sürüldüğü gibi. “Phaedrus’ta Platon, Sokrates’in ağzından yazının insani olmadığını; gerçekte sadece insanın zihninde var olan düşünceyi zihnin dışında kurmaya kalkıştığını söyler; yazı bir nesne, imal edilmiş bir üründür. Elbette aynı söz, bilgisayar için de geçerlidir. Daha sonra Platon, yine Sokrates’in ağzından yazının belleği çürüttüğünü söyler. Yazıya alışan unutkan olur, kendi öz kaynaklarından yararlanacağına dış kaynaklara bağımlı kalır ve öz kaynaklarını yitirir. Yazı zihni zayıflatır. Bugün aynı sözleri anne-babalar, öz kaynak sayılan çarpım cetvelini ezberleyeceğine hesap makinesi kullanan çocuklar için söylemektedirler.”[7]

Elektronik ortam, birlikte anıldığı “enformasyon hızı” boyutuyla, yazılı kültürün değerlerini tehdit eden bir güç olarak da görülmekte ve alınan her enformasyon paketinin bir öncekini silen hızlı akışıyla, insan algısını ve bu arada belleğini de dönüştürmekle suçlanmaktadır. Hız ile bellek, bildiğimiz tanımlarıyla birbirilerini itmektedir.

“SİBER-MEKAN, ya da daha doğrusu, ‘sibernetik zaman-mekan’, gazetecilerin pek sevdiği şu doğrulamada kendini bulur: enformasyon, yerine ulaştırılmasındaki hızla değerlenir, daha da iyisi, hız enformasyonun ta kendisidir. (…) Bugün, ENFORMASYONUN madde-zaman-mekanın nihai boyutu haline gelmesiyle birlikte, bilişimcilerin, mekanın varolmadığı bu zaman derinliğini, sınırlı olmayıp genelleşmiş enformasyon ile, fizik ve bilişimin tümüyle birbirlerine karıştığı bir ENFORMASYON-DÜNYA ile özdeşleştirme eğilimleri artmıştır.”[8]

Kitap ile elektronik kitabı, metin ile hipermetini Paul Virilio’nun kavramlarıyla konumlayacak olursak; bir yanda elektronik enformasyon iletiminin “hız-yönelimli psiko-coğrafi imparatorluğu” “enformasyon-dünya”da sürekli akan “sibernetik ideografi” ya da “elektro-optik enfografi” olarak Hipermetin (hypertext); öte yanda “bilgi”nin gövde bulduğu, algılanabilir zaman-mekana tabi, çizgisel-artzamanlı, optik-grafik topografya, yani Kitap bulunmaktadır.

Basılı yazının mantığı sentaks kurallarıyla belirlenir. Söylemin temel yapısı olarak sentaks, insan zihninin dil aracılığıyla anlama ulaştığı bir haritalandırmadır. Basılı yazı aslında bir tür çeviri işlemini gerektirir: Basılı yazı okunurken anlama doğru çevrilir. Okurun deneyimi tümüyle mahremdir. Sayfaların belli bir sırayla çevrilmesi ve sayfa boyunca dikey hareket, basılı yazının zaman eksenini belirler. Basılı kitap durağandır, okur kitap boyunca hareket eder, kitap değil.

Oysa elektronik ortamda enformasyon, bir özel vericiden özel bir alıcıya doğru değil, açık bir ağ üzerinde hareket eder. Özel ağlar dışında, bu deneyim, kamusal bir nitelik taşır. Elektronik iletişim etkileşimlidir. Ekrandaki içeriğin bir noktasından bir başka noktasına, bir başka içeriğe ve oradan bir başkasına ulaşmak mümkündür; enformasyon potansiyel olarak her zaman ağ üzerinde mevcut olsa da basit bir tıklama ya da tuş darbesiyle silinebilir, değiştirilebilir. Okuma hızı ekranın kaydırma hareketiyle artmıştır. Temel hareket, daha ziyade birleştiricidir, dikey olarak toplayıcı değil. Sunum algıyı yapılandırır ve algı enformasyonun nasıl düzenlendiğine göre belirlenir.

Kitaptan ekrana doğru bu geçiş, neleri değiştirecektir? “Eski tarz, tek bir yazar tarafından daktilo edilmiş, yeniden gözden geçirilmiş, dizilmiş, basılmış, kitapçılar aracılığıyla dolaşıma sokulmuş, okur tarafından satın alınmış, yine eski tarzda, sayfaları baştan sona çevirerek, yazarın seçtiği çok sayıda mevcut imkan arasında gerekli yapı sayılan bir anlam yapısına doğru birleştirilmiş A Metni. Şimdi de B Metni, bir ya da bir çok yazar tarafından seçenekleri çoğaltan bir yazılım kullanılarak bilgisayarda oluşturulmuş hipermetin. Ortaya çıkan metin, eski tarzda çizgisel olarak da okunabilir, ama aynı zamanda açık bir metindir. Okuyucu çok sayıda alt anlatı patikalarına sapabilir, belli anahtar tanımlamalarla görsel unsurları çağırabilir, farklı bir çok olası sondan herhangi birini seçebilir. B metni ile yaptığımız nedir? Bunu hala ‘okumak’ olarak adlandırabilir miyiz? Yoksa, ‘metinlemek’ (texting) ya da “sözcük-pilotluğu’ (word-piloting) gibi bir terim mi uydurmamız gerek?”[9]

Roland Barthes, “S/Z”de, “ideal metin” olarak da adlandırdığı “ağ olarak metin”in, yani hipermetinin düşünü kurmuştur: “Bu ideal metinde, hiçbiri diğerine üstün gelmeksizin, ağlar çok sayıda ve etkileşim halindedir; bu metin, gösterilenlerden oluşmuş bir yapı değil, bir gösterenler galaksisidir; başlangıcı yoktur; tersine çevrilebilir; hiçbirinin asıl giriş olmadığı çeşitli girişlerden geçerek ulaşırız oraya; harekete geçirdiği kodlar göz alabildiğince uzanırlar ve önceden belirlenemezler…; anlam sistemleri bu mutlak olarak çoğul metin üzerinde egemenlik kurabilirler, ancak dilin sonsuzluğuna bağlı olarak sayıları asla sonlu değildir.”[10] Dünyadaki her şeyin bir Kitaba ulaşmak için varolduğunu düşünen Mallarmé gibi, metni henüz kurulmamış bir ağ olarak gören Jean-Joseph Goux da benzer bir yaklaşım içindedir: “henüz düşünülmemiş bir ağ düşüncesi, temsiliyetçi olmayan ve çokdüğümlü bir örgütlenme, bir metin düşüncesi… hiçbir şeyin başlıklandıramayacağı metin. Başlıksız, bölümsüz. Başsız, büyük harfsiz.”[11]

Bir çok farklı metni kendi içlerinde ve birbirleri arasında etkileşimli olarak bağlantılayan hipermetin, kendisini görsel enformasyon, ses, animasyon ve diğer veri biçimleriyle bütünleştirerek genişleten “hipermedya” terimiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu durum, elektronik ortamın kitabı dönüştürdüğü bir başka noktayı ele verir. Elektronik kitap multimedya haline gelmektedir. Ya da, “multimedya giderek kitaba benzemektedir, katlayıp yatağa götürebileceğiniz, sohbet edebileceğiniz ya da size bir hikaye anlatabilecek bir kitaba.”[12] Günümüzde , tümü internet erişimli olmak üzere, önce PDA (Personal Digital Assistant) adı verilen cep bilgisayarlarıyla, sonra kitap biçimi verilmiş tablet PC’lerle ve son olarak da bükülebilir, kullanılıp atılabilir “elektronik kağıt”la[13], e-kitaplar artık tümüyle birer hipermedyaya dönüşmektedir.

Gerek hipermetin, gerekse hipermedya kavramları dolaysız olarak ağ mantığına bağlı oldukları için, hipermedya olarak elektronik kitapların birer düğüm oluşturarak kurdukları ağı, “sanal kitaplık” diye adlandırmak yanlış olmaz. Bu öylesine bağlantılı bir kitaplıktır ki, erişilebilirlik bakımından içerdiği kitapların toplamı olan bir Sanal Kitap haline gelmektedir.

Aslına bakılırsa, bağlamı biraz zorlayarak, “ağların ağı” internetin kendisinin devasa bir sanal kitaplığa benzediğini söylemek mümkündür, ama “ışıkları yanmayan ve bütün kitapların yerde yığılı olduğu” bir kitaplığa… Sağladığı hızlı enformasyon birikimi ve kayıt yeteneğiyle internetin, tıpkı İskenderiye Kitaplığı gibi, “evrenin belleği” olarak görülmeye aday bir konumu vardır. Ama aynı devasalık, gayri merkezi yapı ve bağlantı imkanlarının sonsuzluğuyla birleştiğinde, İnternet “enformasyon çöplüğü” olarak da adlandırılabilir.

Oysa zamanımızın sanal kitaplıkları, internet içerisinde oluşturdukları özel enformasyon mimarileriyle, sınıflandırma, arama ve erişim araçlarıyla bu kaosun içerisinde birer “düzen adası” olarak belirmektedir. Kütüphanecilik ve bilişim, başka bir çok alanda olduğu gibi iç içe geçmektedir. Bunu üniversitelerin kütüphanecilik bölümlerinin sunduğu uzmanlık nitelemelerinden de anlamak mümkündür: Enformasyon aracılığı, enformasyon erişim uzmanlığı, referans kütüphaneciliği, bilgi yöneticiliği, kitaplık enformasyon yöneticiliği, kitaplık medya uzmanlığı, internet kütüphaneciliği vb.

Sanal kitaplığın, birbiriyle sarmal bir ilişki kuran iki temel ekseni vardır: Bu eksenlerin biri, fiziksel kitaplar barındıran fiziksel bir kitaplığın, kayıtlarını, kataloglarını ve giderek kitapların elektronik versiyonlarını barındıran sanal uzantısıdır. Nitekim, iletişim ve bilişim teknolojilerinin gelişimiyle, önce British Museum and Library, Bibliothèque Nationale de France, Library of Congress gibi Batı’nın prestijli ulusal kitaplıkları, daha sonra da ilkokul kitaplıklarına kadar bir çok kamusal kitaplık, arama işlevleri başta olmak üzere, kayıt, erişim sağlama vb. işlevleri aşamalı olarak elektronik ortama taşımışlardır.

Diğer eksen ise, yalnızca elektronik kitapların bulunduğu, tüm mevcudiyeti ağ üzerinde olan sanal kitaplıklardır. Bu tür kitaplıkların öncüleri, genellikle telif yasaları kapsamı dışında kalan klasiklerin elektronik versiyonlarını barındıran ve hedeflenen kapsamıyla cüretkar “bellek” nitelemesine göz diken projelerdi. Hız kesmiş de olsa halen varlığını sürdüren “Gutenberg Projesi” bunların en ünlüsüdür.[14] 1971’de Michael Hart tarafından, kendisinin “kopyalayıcı teknoloji” (replicator technology) adını verdiği, “bir bilgisayara girilebilen her hangi bir şey sonsuzca çoğaltılabilir” ilkesinden hareketle başlatılan “Gutenberg Projesi”, bilgisayara girilen herhangi bir kitabın (bu arada resimlerin, seslerin, hatta üç boyutlu nesne taramalarının) dileyen herkes için (hatta uydu aracılığıyla bu dünyada olmayanlar için bile) erişilebilir olması fikri üzerinde kuruldu.[15] Erişilebilirlik adına, herhangi bir işletim sistemi tarafından tanınabilecek basit metin formatında[16] yüklenen e-kitapların, herhangi bir internet tarayıcısı ile okunabilmesi esas alınmıştı.

Zamanla bu tür kitaplıklar giderek arttı. Bugün, fiziksel/kamusal ya da sanal/kamusal nitelikli kitaplıkların yanı sıra, çok sayıda özel, akademik, vb. sanal kitaplıklara, hatta farklı kategorideki bir çok sanal kitaplığı bünyesinde barındıran ya da erişim sağlayan sanal kitaplık “portal”larına rastlamak mümkün. Bu zincire, giderek hacim kazanan elektronik yayıncılık sektörünün, e-kitap üretim, satış ve dağıtımıyla uğraşan şirketlerin oluşturduğu elektronik ticaret siteleri de katılınca, kapsam tahmin edilebilir. Henüz, kitaptan e-kitaba, kitaplıktan sanal kitaplığa doğru hareketin başlangıç aşamalarında olduğumuz ve iletişim-bilişim teknolojilerinin gelişim ivmesi hesaba katılırsa, kültürel bellek olarak sanal kitaplığın yol açacağı değişimin boyutları konusunda çok silik bir imgeye ulaşmak zor olmayacaktır.

Sanal kitaplıkların önünde, tıpkı e-kitap yayıncılığının olduğu gibi, güçlü bir fikri hak mülkiyeti engeli vardır. İnternet ortamında dolaşıma giren e-kitabın kopyalanabilir olması bakımından, telif kapsamı dışında kalan eserler haricindeki kitap, makale vb. malzemenin kamusal dolaşımı sorunu henüz tam olarak çözülememiştir. Sanal kitaplıklar, özellikle fiziksel kitaplıkların sanal uzantıları, bu sorunu üyelik vb. sistemlerle, giderek de kopya koruma teknolojisi gibi önlemlerle çözmeye çalışmaktadır. Yine de yayıncılar fikri hakları konusunda kamusal kitaplıkları önemli bir tehdit olarak algılıyorlar. Ancak, tıpkı okulların elektronik öğrenime, kitapçıların e-kitapçılara, müzelerin sanal müzelere dönüşmesi, daha doğrusu sanal paralel evrenini yaratması gibi, koruma, hacim yönetimi ve depolama, erişim sağlama gibi pek çok sorunla boğuşan kitaplıklar sanal uzantılarını oluşturmaya devam ediyorlar. Kitaplık portallarıyla birbirine bağlanan sanal kitaplıklar, internet içinde ikinci bir ağ kuruyor, evrensel kütüphanecinin dünyadaki tüm kitapları birleştirme düşü bir bakıma yeniden hayat buluyor.

Evrenin belleği olarak kitaplık, hep sonsuzluk imgesiyle düşünüldü. Ağın içerdiği ve içereceği düğümlerin birleşimindeki olasılıkların uçsuzluğuyla kurulan hipermekanda, kitaplar, yazı, kültür fragmanları, taklitler, simülasyonlar, unutuluşlar durmaksızın birbirine bağlanabilir. Ama enformasyon hızıyla atalete tutulan algının zaman-mekanı ya da kamusallığın kaygan zemini, bu çizgisel ve artzamanlı olmayan boyuta nasıl açılacak? Kütüphanecinin bile, hızla dokunan ağın her anını kuşatamadığı sonsuz bir kitaplıkta, ancak “zahir”den bakanın küresel bakışlarıyla her anı ve noktasını ”okuyabildiği” ve çıldırdığı o imkansız kitabı kim okuyacak? Siborg mu? “İnsan-sonrası” (post-human)…

Peki ya e-kitaplara da, kitap kurtları gibi, virüs, internet solucanı türü haşarat bulaşırsa? Ya virüs, elektronik ortamda kodlanmış bilgiyi tüm ağ boyunca kendisini sonsuz sayıda kopyalayarak sonsuza dek dönüştürürse? Sorular açık, imkan da…

ARIES, S:1, Haziran-Ağustos 2002



[1] Gerry McGovern, “Egovernment: Epublisher”, NUA White Paper, Şubat 2001,

[2] Alberto Manguel, Okumanın Tarihi, çev. Füsun Elioğlu, Yapı Kredi Yayınları, 2001, sf. 223

[3] Jorge Luis Borges, “Babil Kitaplığı”, Ficciones – Hayaller ve Hikayeler, çev. Tomris Uyar - Fatih Özgüven, İletişim Yayınları, 1998, sf. 75, dipnot 4

[4] Bit: B(inary) (Dig)it, yani ikili sayı sözcüklerinin kısaltılmasından türetilen “bit” sözcüğü, bilgisayar dilinde en küçük enformasyon birimini belirtmek için kullanılır. 0 ve 1 lerden, yani açık / kapalı mantığından oluşan dijital enformasyonun en küçük birimi, 0 ve 1 değerine sahip olan bit’tir. Normal boyutlarda bir kitabın elektronik versiyonu, yaklaşık 10 milyon bit’ten oluşur.

[5] Sven Birkerts, “Hypertext: Of Mouse and Man”, The Gutenberg Elegies – The Fate of Reading in an Electronic Age, Faber and Faber, 1994 (elektronik versiyon: )

[6] Manuel Castells, The Rise of the Network Society (The Information Age: Economy, Society and Culture – Volume I), Blackwell Publishers, 1996, sf. 328

[7] Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis Yayınları, 1995, sf. 98

[8] Paul Virilio, L’art du Moteur, Galilée, 1993, sf. 180-181

[9] Sven Birkerts, “Hypertext: Of Mouse and Man”, age

[10] Roland Barthes, S/Z, Seuil, 1970 (1996), sf.11-12

[11] Jean-Joseph Goux (Numismatique II), aktaran: Jacques Derrida, La Dissémination, Seuil, 1972, sf. 203

[12] Nicholas Negroponte, “Boks without Pages”, Being Digital, Coronet Boks, 1995 (1996), sf. 71; ayrıca bkz. “The Future of the Book”, Wired 4.02, Şubat 1996,

[13] “Elektronik Kağıt”: Yüksek kontrastlı, düşük maliyetli, okunabilir/yazılabilir/silinebilir ortam

[15] Bkz. “History and Philosophy of Project Gutenberg”, 1992,

[16] “Plain vanilla ASCII” – Enformasyon Değişimi için Amerikan Standard Kodu’nun düşük bir türevi.

14 Ağustos 2007

Demokrasi ve bilgi toplumu

Toplumun demokratik taleplerini ortaya koyması gerekiyor ki demokrasi gerçekleşebilsin. Tıpkı vatandaşların bilgi talebinde bulunarak geleceklerine sahip çıkmasının bilgi toplumunu mümkün kılması gibi…

Onca insanın seçim sonuçlarına "şaşırması" beni çok eğlendirdi. Sandıktan arkaik elitlerin hayali iktidarı çıksaydı asıl o zaman şaşırmak gerekirdi. 1950'lerin korkunç akıl hastanelerinden birinde sanal bir 21. Yüzyıl yaşayan şizofrenin gerçeklik şokuyla "tedavi olduğu" an içine düşeceği şaşkınlığa benzerdi bu. Neyse ki bizler şaşırmadık. Toplumun tamamının şizofren olduğunu söyleyen paranoyaklara da aldırmayın.

Sonuçta toplum demokratik bir "refleks" gösterdi ve tuzağa düşmedi. Ama geçen yazımda geleceği tasarlamak ya da içine kapanarak yok olmak şeklinde konumladığım iki seçenek hala önümüzde duruyor, hatta Meclis'te temsil ediliyor! AKP dışındaki üç parti, hep birlikte azınlıkta olsalar da, olumsuzlayıcı bir milliyetçilik üzerine oynadılar, oynayacaklar. Toplumun demokratik talepleri sonucu iktidarı kazanan partinin görevi, geleceği tasarlayacak ulusal iradeyi harekete geçirmek. Ama diğer üç parti ve arkasındaki seçilmemiş güçlerin tuzağına düşüp de "kim daha milliyetçi"yi oynarlarsa işimiz zor. Bu tür eğilimleri ortam gerginleşmeye başladığında sergilediklerini gördük. Sansür yasası da, kolluk kuvvetlerinin yetki aşımını mümkün kılan düzenlemeler de onların eseri. Bugünümüzü karartan bu tür uygulamalar bir yana, bürokratik mekanizmaların yönetişim kaçkını tavrına boyun eğerek demokratik uzlaşıyı dışlayan mekanik devletçi "stratejilerle" zamanımızı harcadıklarını da biliyoruz. Şimdi durum farklı. Daha önce "taban tepkisi" ile, anti demokratik siyasi kadroların tasfiyesiyle açıklanabilecek iktidarları, artık toplumun çoğunluğunun demokratik taleplerine dayanıyor. Hesap vermeleri gereken adres değişti. Yetkileri de sorumlulukları da daha fazla. Artık atanmışların baskısına boyun eğme kolaycılığı ile günü kurtaramazlar.

Toplumun demokratik taleplerini ortaya koyması gerekiyor ki demokrasi gerçekleşebilsin. Tıpkı vatandaşların bilgi talebinde bulunarak geleceklerine sahip çıkmasının bilgi toplumunu mümkün kılması gibi... Bu iki cümle de, hedefin henüz gerçekleşmediğini ortaya koyuyor. Yani ne demokratik bir toplumda yaşıyoruz ne de bu toplumu "bilgi" ile anabiliriz! Ama aynı zamanda bu yönde toplumsal talebin varlığını da ortaya koyuyor.

Bir yazımda demokrasi olmadan bilgi toplumundan söz edilemeyeceğini iddia etmiştim. Toplumun demokrasi talebi, her şeyden önce geleceğimizin tasarımı için geçerli. "Bilgi toplumu stratejisi"ni adına layık bir hale getirmenin, tüm tarafların katılımıyla demokratik bir temel üzerinde yeniden inşa etmenin tam zamanı. Kara deliğin üzerinden geleceğe sıçramanın zamanı.

BThaber, S:632, 6 - 12 Ağustos 2007