31 Mart 2007

"Uçurumların üzerinde değer yaratamazsınız"

--------------------------------------------------------------------------------------
Sabah Gazetesi – İşte İnsan Eki (11.03.2007) - Röportaj
---------------------------------------------------------------------------------------


- Türkiye gibi üretim ve tarımda gelişmenin tam sağlanamadığı ülkelerde bilgi çağı ekonomisi yaratmak mümkün mü?

Türkiye yıllarca "geleneksel" üretim ve tarım sektörlerinin büyümesine, "Böyük Türkiye" olmaya odaklandı. Ama gerek aşırı merkeziyetçi yönetsel modelleri gerekse politikasızlık zafiyeti nedeniyle bu alanda kendine ait özgün yolu bulamadı. Pazar oldu. Ülkenin bir tarım, enerji, dış ticaret, eğitim, sağlık politikası yok! Bugün bilgiye dayalı ekonomik faaliyetlerin gelişimi açısından da aynı zafiyetle karşı karşıyayız. Henüz bilgi ve iletişim teknolojileri, inovasyon, yaşam boyu öğrenme politikalarımız da yok. Zaten güvenlik dışında politikamız var mı ki? İnovasyonu kurumsallaştırıp girişimci dinamiklerin önünü açarak rekabet avantajı yaratmak için, ekonomiden siyasete, kültürden bilim ve teknolojiye, yönetim modellerinden hukuki altyapıya bilgi ekonomisinin paradigmalarına uyum sağlamak gerekiyor. Tam da bu yüzden, Türkiye gibi potansiyelleri yönetilmeyen, konjonktüre teslim olmuş bir ülke için, bilgi ekonomisine geçişin imkân dâhilinde olup olmadığını tartışmak bile lüks. Bu bizim için mümkün olmanın ötesinde hayati bir zorunluluk. Yoksa en derin paranoyalarımızın gerçekleştiğini göreceğiz. Üstelik paranoyamızı ulusal faydadan üstün tuttuğumuz için olacak bu!

- İstanbul'un bilişim, Ar – Ge, mimari ve kültür – sanat üzerinden yaratıcı kesim için bir cazibe merkezi olması sağlanabilir mi?


Küresel ekonominin giderek bilgiye dayalı hale gelmesi kentlerin rolünü baskın hale getiriyor. Küresel ağa bağlı ve otonom "teknopol"ler ortaya çıkıyor. Bilgi ve iletişim işlevleri açısından yeniden tasarlanan ve yönetilen kentler bilgi ekonomisinin ekosistemi için en verimli ortamlar. Küresel sermayenin giderek daha hareketli ve esnek hale gelmesi, ağ etkisiyle artan etkileşim boyutu kentleri ekonomik faaliyetin temeline yerleştiriyor. Bu durum ister istemez uluslararası, bölgesel, ulusal ve yerel ölçekte yönetim modellerini de dönüştürüyor. İstanbul gibi, gerek coğrafi açıdan gerekse kültürel-siyasal-ekonomik etkileşim bakımından ciddi potansiyeller barındıran bir kent, küresel bilgi ve iletişim, yani değer akışının önemli düğümlerinden biri olma şansına sahip. Ancak bu şansı yakalamak kenti, kentin işlevlerini, kullanım boyutlarını, maddi ve gayrimaddi altyapısını yeniden tasarlamamıza bağlı. Önerilen mevcut modeller maalesef kentin enerji ve dinamiklerinin çok gerisinde. Bir sıçrama gerek. Yoksa İstanbul, küresel konjonktürün zoruyla, iş zekası, gayrimaddi ekonomi, çok uluslu inovasyon ortaklıkları için yine de bir çekim merkezi haline gelecek; ama bu durumu yönetmediğimiz için oluşan faydayı kalıcı rekabet avantajına dönüştüremeyeceğiz. İstanbul'u "kiralamakla" yetineceğiz. Kiracıların ürettikleri değerin kırıntılarıyla yetineceğiz. Fizik kuralları gereği her boşluk doldurulur. Siz doldurmazsanız birileri doldurur. Bir gün İstanbul'u tanıyamayacağımız kesin, ama siz asıl İstanbul'un bizi tanımayacak olmasından korkun.

- Bir ülkede ya da bölgede bilginin kullanımı ve ulaşılabilirliği homojen dağılmıyorsa, gelişim engellenir mi?

Bir ülkede bilginin kullanımının homojen olarak dağılmasına neredeyse imkân yok. Kullanım, üretim, işleme, paylaşım ağlarının yoğunluğu ülkenin tamamına her zaman eşitsiz dağılır. Ama bilgiye erişim imkânının her yerde ve herkes için eşit olarak varolması çok önemli. Çünkü nerede nasıl bir gelişim olacağını belki öngörebilirsiniz, ama öngörüleriniz asla matematik kesinliğe ulaşamaz. Yerleşimlerin iç dinamiklerine saygı göstermeniz ve teşvik etmeniz gerekir. "Bilgi uçurumu"nu önlemek için ülkeler bilgi ve iletişime erişim imkânını herkese tanımak zorundalar. Teknolojinin gelişim trendleriyle artan hareketlilik, esneklik, fiziki altyapıdan bağımsızlık ve yakınsama (convergence) artık bunu mümkün kılıyor. Ülkeyi "ekonomik havza" modelinde, yani kendine yeterlik kıstaslarına göre bölgelere ayırırsanız, her bölgede evrensel erişim prensibine göre adil bir biçimde dağıtılmış bulunan erişim imkanından kendi potansiyelleri ve girişimcilik dinamikleri ölçüsünde yararlanan, bilgi kullanımı, işlenmesi ve üretiminin yoğunlaştığı "değer adaları"nın oluştuğunu görürsünüz. Bu adalar, yarattıkları inovatif ekosistemle birbirlerini tetikleyerek bölgenin kendine yeterlik potansiyellerini geliştirip kalkınmayı doğrudan etkiler ve paylaşılan genel refah artar.

- Çok fazla sayıda insana sıradan, gündelik işler yaptırılması insan kapasitesinin boşa harcanması olarak görülüyor. Daha çok insanın yaratıcı işlere getirilmesi ve insanların yaratıcı kapasitesini kullanabilmesi için neler yapılmalıdır? Bu konuda İstanbul'u bir çekim merkezi haline getirmek mümkün müdür? Nasıl? Politik güç bunu sağlayabilir mi/sorumluluğu nedir?

Bu noktada Richard Florida'nın "yaratıcı sınıf" kavramını pek de anlamlı bulmadığımı söyleyeyim. Mantıksal açmazlarla yüklü bu kavramı ayakta tutabilmek için türettiği "yaratıcı ekonomi", "yaratıcı sermaye" vb. nitelemeler de metaforik "hoşluklar" olmaktan öte değer taşımıyor. "Yaratıcılık", ekonomik faaliyetleri açıklamak için fazla soyut, belirsiz ve çokanlamlı bir kavram. "Sanayi-sonrası toplum" tarzı "postmodern" okumalarla yeni "kent çalışmaları"nı (urban studies) harmanlayıp, gayrimaddi (intangible) değerlere dayalı inovasyon ekonomisinin iş yapma ve istihdamın doğası üzerindeki etkilerini anlamaya kalkıştığınızda benzeri hoşluklar ortaya çıkıyor ama pek de uzun ömürlü olamıyor. Üstelik "yaratıcılık" kavramını ekonomik büyümenin temeline yerleştirmek için mecburen "yetenek" gibi, hala bilişsel (cognitive) bilimlerin üzerinde anlaşamadığı bir kavrama başvurursanız ortaya hiç de hoş olmayan sonuçlar çıkıyor. "Doğal" yeteneklerine göre bölümlenen toplumlar gibi, oldukça "öjenik", "arî" bir noktaya zıplıyorsunuz. Bu kadarına "Digerati" (ileri teknoloji seçkinleri) bile gönül indirmez. Sınıf kavramı bir sosyal organizasyonda çok temel ortaklıklar gerektirir. Bu ortaklıkların ekonomik işlev üzerinde temellendiği doğrudur, ama ne olduğu belirsiz bir "yaratıcılık" işlevinden sınıf bağı türetmek de zordur. Üstelik "sınıf" kavramına artık ihtiyacımız olup olmadığı bile tartışılırken. Ama açıkçası Florida'nın özgün olmayan bir biçimde konumladığı ekonomik trendi açıklamak için "yaratıcılık" kavramına ihtiyacımızın olmadığı açık. Bunun için geçerli bir kavram zaten var: "İnovasyon", yani "hızlı bir biçimde ekonomik faydaya dönüştürülebilen yenilik"… Florida'nın yaratıcı sınıf olarak gördüğü profesyonel kesimler aslında sadece "becerikli"… Gerekli kaynakları ve işbirliği ortamını bulabilen küçük bir kısmı ise inovatif. Büyük kısmı ise, "X Kuşağı"nın yaratıcısı Douglas Coupland'ın harika deyimiyle birer "microserf" / "mikroköle"… Bilgi becerilerine sahip insanlar inovatif olabilir de olmayabilir de. Yaratıcılık, tıpkı eğitim, bilgi-iletişim-teknoloji-hukuk-kurumsallık altyapıları, kümelenme-ortaklık stratejileri gibi, inovasyonun dinamiklerinden yalnızca biri ve sanıldığı kadar "doğal" bir şey değil. Yaratıcılık "yaratılabilir" bir şey. Politikalarla, sosyal dinamiklerle, etkileşimle ve elbette esnek yaşamboyu eğitim modelleriyle üretilebilir bir şey… "Sıradan, gündelik işler" her zaman yapılacaktır ve her zaman insanların büyük bir çoğunluğunun yaptığı işleri böyle adlandırma eğiliminde olacağız! İstanbul'un bölgesel/küresel inovasyon odakları ve gayrimaddi sermaye akışı için çekim merkezi haline gelmesi ise elbette mümkün. Ama çekmek kadar "yaymak" da önemli. Bunu da ancak kendi ürettiğiniz değerle yaparsınız. Yoksa "yolgeçen hanı" olursunuz. Bu da belli bir değer sağlar tabii. Turizm önemli bir sektör. Ama gelin artık tüm anahtar sektörlerin birbirini değer üretmek için nasıl tetikleyeceğini tartışalım. Değeri nasıl kalıcı kılacağımızı konuşalım.

- İstanbul'un en yaratıcı şehirler listesinde yer almasının, ekonomide katma değere dönüşebilmesi için neler yapılmalıdır?


Bu hayali "listeyi" pek önemsemiyorum. Açıkçası benim için İstanbul'un inovasyon, rekabet, bilgi ekonomisi, insani kalkınma endekslerinde nerede olduğu daha önemli. Florida'nın tartışmalı veri değerlendirme yöntemlerine göre zaten her metropol, yapısı gereği gelişen çok kültürlülük ve etkileşim boyutu, artan küresel bağlantı, farklılaşma ve açıklık imkanları sonucu "yaratıcı" insanlar için bir çekim merkezidir. Çalışma koşulları küresel trendlere daha uyumludur, hizmet sektörü gelişir, iş merkezleri artar, yaşam kalitesi çeşitlenir vb. Bu tür kentler başka yerlerden daha "bohem"dir, bir "gay" nüfusu vardır (!), eğlencelidir, hoşgörü "yanılsaması" ile yaşar. Ama aynı kentler kanser gibi yayılıp (sprawl) yönetilemez hale de gelir, yaşam kıyılara çekilir, şiddet patlar, güvenlik saplantısı yaşam kalitesine karışır… Ekonomide katma değer yaratmak için yaratıcı nüfustan fazlası gerekir. Tüm tarafların uzlaştığı bir kent politikası, bilgi ve iletişim okuryazarı bir genel nüfus, kaynakların, işgücünün ve inovasyon dinamiklerinin kurumsallaştığı bir sistem ve elbette adalet ve demokrasi gerekir… Bunun için ne yapılmalı peki? Bir yönetişim sistemi kurmalı. Kentin tüm anahtar kesimlerini etkileşime sokan bir yönetsel yapı kurgulanmalı. Ancak böyle bir yapı kendi faydasını düşünebilir. Ancak böyle bir ortaklık zemini katma değer üretimini kalıcı kılabilir.

- Yaratıcı sınıf, herkesin rahatça uyum sağlayabileceği ve gelişebileceği ortamlarda ve organizasyonlarda yer almayı tercih ediyor, farklılığa açık ortamlarda çalışmak ve yaşamak istiyor. İstanbul bu ekosistem için uygun bir şehir mi? Sizce yaratıcı nüfusu İstanbul'a çekebilecek miyiz?

Bunlar bilgi ekonomisinin gelişmesi ve inovasyonun yerleşmesi için de gerekiyor, ama dediğim gibi yeterli değil. Farklılığa açık olmak, hoş görmek, yaratıcılığı değerlendirmek bir sonuçtur. Kültürel, ekonomik ve siyasal dinamiklerin bir sonucudur. Paradigma dönüşümüne uyum sağlamadan ve bu uyumu kurumsallaştırmadan ortamı dönüştüremezsiniz. Makyaj çalışmasıyla, ancak kent içinde "yaratıcılar" için seçkin adacıklar yaratırsınız. Bu da geçici olarak gayrimenkul piyasası için iyi olabilir! Ama unutmayın ki her güvenli ada tehdit altındadır. Tehdit yaratıcılığı geliştirir mi acaba? Niçin olmasın? Yer altı kültürü de yaratıcıdır!

- Türk iş kültürü ve toplum yapısı meritokrasi kavramı için uygun mudur?

"Meritokrası" terimini ilk kez 1958'de Michael Young, insanların IQ'larına göre kastlaştırıldığı distopik bir gelecek tasarımını nitelemek için kullanmıştı. Ben de aynen onun gibi düşünüyorum. Bu tür bir "liyakat toplumu" içimi karartıyor. Ben hiçbir toplum yapısının ve iş kültürünün böyle bir nitelemeyi hak etmediğini düşünüyorum. Sosyal darwinizm, ırk arıtımı kadar tehlikeli geliyor bana. Kimin yetenekli, kimin yaratıcı, kimin "layık", kimin "haksız" olduğuna birileri karar vermeye başladığı zaman ipin ucu kaçıyor. Eğer bu terimi, "ürettiğin değerin hak ettiği kadar al" demek için kullanırsanız, bunun da anlamı yok; çünkü binlerce yıldır zaten böyle bir "ütopya" var! İşler böyle yürümüyor tabii. Ortak kaynakları inovasyon için seferber etmenin, bunu da ölçülebilir değer analizleri ile yapmanın "meritokrasi" ile ilgisi yok. Elbette değeri üretenler ondan daha fazla pay almalı; ama bu değerin üretimi sistemik olduğuna göre, sistem de sadece yaratıcılık üzerinde temellenmediğine göre, değerin nasıl paylaşılacağına tek bir kesimin karar vermesi hiç de adil değil.

- Yaratıcı ekosistemin oluşturulabilmesi için İstanbul'a yapılması gereken yatırımlar nelerdir?

Yaratıcılığı bir kenara bırakalım. Katma değerden bahsediyorsak inovasyondan bahsediyoruz demektir. İstanbul'un bir inovasyon bölgesi olması için yapılması gereken yatırım, ekonominin kuralları gereği elbette hem fiziki hem de gayrimaddi. Yani ulaşım, enerji, bilgi, iletişim, ortak kullanım altyapısı, eğitim, kültür, güvenlik, sağlık yapıları, entelektüel sermaye dolaşımının çekilmesi, iş yapma ortamının iyileştirilmesi, dış ticaretten elde edilen payın artırılması, bunun için gerekli kurumsal yapılar, üniversite-sanayi işbirliği, karma finansman modelleri, anahtar sektörlerde küme stratejileri, yaşam kalitesinin artırılması gibi yatırımlar… Ama buna siyasal iktidarın ve devlet bürokrasisinin değil, kentin kendisinin karar vermesi gerek. Bu ikisi sadece teşvik edici olabilirler. "Kentin kendisi" derken, bu kenti ayakta tutan tüm kesimlerin temsil edildiği bir yönetişim yapısını kastediyorum. Katma değer için adaletten ve demokrasiden taviz verirseniz, bu değerleri sadece belli kesimlere açarsanız, elde edeceğiniz tek şey artık size ait olmayan bir "dünya kenti" olur. Dünyanın "geldiği" ve "geçerken" bir kısmını götürdüğü bir kent. New York'a, Hong Kong'a, Seoul'e, Dublin'e bir bakın… Bunlar da dünya kentleri, dünyaya bağlılar ama bu bağlantıyı kendileri yönettikleri için katma değer üretiyorlar.

Uçurumların üzerinde değer yaratamazsınız.